'Nedenlerin olması yalanları gerçek kılar mı?

Salt bir mutluluğu bana bahşeden yalanlar ömrüme ilmek ilmek işlerken duyduğum mutluluklar, vicdanımın beni bağışlamasında yeterli olamaz mı?


İnsanın yaşamak istemesi. 

Ondan veya bundan sebeplerle. 

Ne kadar suç?


Yaşama isteğim hayattan bağımı koparttığım ilk anda sarmıştı tüm benliğimi. Öyle güzel öyle çocuksu bir istekti ki; yaşantım boyunca hiç böylesine sevinmemiş, böylesine canlı hissetmemiştim. Bunları sana yazıyor olmak vicdanımı rahatlatmak istememden değil. 

Beni yanlış anlama demeyeceğim sana.

Beni anlamanı beklemek kendime, en başta da sana yapabileceğim en büyük saygısızlık ve iğrençlik olur. 

Onca şeyden sonra.


Bu satırları dinlerken ne kadar bencil olduğumu düşünüyor olabi-'


"Yeter!"


Genç kadının tiz, bir o kadar da yüksek sesi kapladı tüm odayı.

Kendi sesinin yankılarından çırpınıp kulaklarına varan sesi, içinde yıllardır kavrulan, düşüncelerine dahi misafir etmediği o âna kucak açıyordu.


Yaşını almış, buruşmaya yüz tutan parmaklarıyla elindeki kağıdı katlayan yaşlı kadın, dolan gözlerini sildi usulca.

Gözleri, tekerlekli sandalyede oturan genç kadındaydı her zaman.


"Söylesene, nedenlerin olması yalanları gerçek kılar mı sence de?"


Yaşlı kadın donup kaldı bir anda. Nasıl davranacağını ilk kez bilemiyor ve hiçbir şey yapamamanın vermiş olduğu o kör boşlukta debeleniyordu.


Uzun sürelerdir sükûnetini koruyan, ağzını bir an dahi açmamış olan genç kadın adeta kabuğundan çıkıyor, sırtına taktığı o savunmasız saf acının izlerini yansıtıyordu sesinde.


Yaşlı kadın oturduğu sandalyesini genç kadına yanaştırdı ve bakımevinin beyaz boş duvarlarında gezdirdi gözlerini.

Gözleri en son genç kadını bulduğunda tek eliyle bacağını sıvazladı sakince.


Genç kadın irkilse de saniyelikti bu onun için. Boş ve anlamsız bir karanlığın ev sahipliği yaptığı gözleri, uzun süreler önce kapatmıştı dünyaya kendini.

Derin ve acılı bir şekilde çektiği nefes etki etmiyor kendi içinde boğulmaya devam ediyordu.


Yaşlı kadın kendine tanıdığı süreden bir müddet sonra başladı kafasında tarttığı kelimeleri söylemeye.


"Yalan, sahte bir mutluluktur. Nedenler ise her yerdedir. Soluduğun havanın bile bir nedeni, doğmanın bile bir nedeni varken, yalanların olmaması kaçınılmaz bir gerçektir.."


"Nara Özer, ne hoş bir tesadüf bu böyle!"


Oturduğum kafenin camlarından yansıyan gökyüzünün kasvetli havası, günün erken saatlerinden itibaren içimde adlandıramadığım bir duygu seline sebep olurken; daldığım dünyadan anlık soyutlaşmama olanak sağlayan ses ürpermeme sebep oldu.


Donuk bakışlarımın hükmündeki gözlerim karşımdaki sandalyeyi çoktan çekerek izin dahi istemeden oturan adamda takılı kalırken; ellerim, istemsiz olarak okuduğum kitabın sayfalarını örterek kaldırmıştı ortadan.


"Seni korkuttuysam kusuruma bakma, olabildiğince sakin davrandım, kitaba kendini kaptıran sendin"


Tanıdık anılarıma ev sahipliği yapan histerik yüzü, her zamanki pişkinliğini koruyordu.


İlker, çocukluğumdan beri varlığına aşina olduğum fakat hiçbir şekilde hayatımda belirli bir kalıba oturamamış birisiydi.

Samimiyetsiz bir tebessüm dudaklarımda yerini alırken,

"Korktuğumu söyleyemem ama ürpermedim değil."


Tebessümlere uzak kalmaya aşina olmuş dudaklarım sanki gülmeyi unutmuşçasına çekildiler eski yerlerine.

İlker'i tanıdığım ilk andan itibaren beni ondan iten hislerin acımasız gerçeklikleri fazla uzun sürmeden sarmıştı benliğimi.

Dokuzuncu yaş günüm, istemsizce aynı ortamda denk gelmemiz, Ahu'nun dinmek bilmeyen kahkahaları... Anılar bir bir zihnimde seslerini yaşatırken gözlerimi kapatarak geçiştirdim hepsini. Şimdi hiç sırası değildi:

"Benim hatam, seni görünce bir merhaba demeden gitmek istemedim"


Cümleleri bilirdim. 

Cümlelerin taşıyıp yüklendikleri duyguları da. Her bir kelimeden kulaklarıma yansıyarak aslında derinlerinde ne anlamlar taşıdıklarını hissederdim.

"Ne o! Beni özlemişe benziyorsun?"


Sesimdeki yapmacıklığa tezat iğneleyici bakışlarım dışında herhangi bir tepki göstermedim. Kollarımı karnımda kavuşturarak rahat bir izlenim uyandırdığımda diğer yandan da gözlerimle etrafı kolaçan ediyordum. Buradan acilen çıkmalıydım. Bir dakika sonrasını dahi kestiremezken kapana kısılı kalmak İlker'e sağlayacağım en büyük avantaj olurdu.


Ahu'nun yokluğundan bu yana sırtıma çöken artıkları ruhumu daraltıyordu artık. Türkiye'yi terk etmesinin hemen ardından bulandığı pislikler, üzerimi kirletmeye devam ediyordu.


İçime çöken anlık duygular beni yerimde kaskatı sabitleyecek kadar güçlü, düşüncelerime olanak sağlamam içinse, bir o kadar nahif hissettiriyordu. Bu hissin pençeleriyle başa çıkmayı öğrenmem, onunla baş etmeyi bilmem gerekiyordu.


"Ah ah sevgili Nara'cığım! Seni düşünmeden, özlemeden geçirdiğim tek bir saniye var mı? Sorsana bir." 


İçimden gözlerimi devirirken ona sadece boş bir bakış atmakla yetindim.

Diğerinin üzerine atmaktan uyuşan bacağımı yerine indirerek hazırlıklı bir konuma aldım kendimi. İlker'in gözlerine ondan bir parçaymışçasına sinen o pişkin bir o kadarda laubali bakışlarının tek alıcısı benmiş gibiydim. Ben dışında, her yerde saygınlığı geçen ve sözü dinlenen birisi olmak onu, benim gözümde dizginleyemediği acınası duygularını besleyen birinden öteye geçirmiyordu.


"Bilmez miyim, sen kesin Ahu'yu da böyle özlüyorsundur. Geceleri kokusu burnunda tütüyordur. Onu hiç merak etmiyor musun?"


Alaya alan kişi bu defa bendim. Fakat İlker benim kadar sağduyulu ve aklı başında birisi değildi. Öfkesi onu her daim bir adım geriden getiriyordu. Bu durum gözlerinden bile apaçık belli ederken kendini üstelik.


Ahu, hayatımdaki tüm olumsuzlukların eseri. Kuzenim. Aklıma düşen silueti bir an içimde anlamsız bir burukluk yaratsa da hemen toparladım kendimi. İlker'in tek güzel zamanlarını onunla geçirdiğine adım kadar emindim. Aynı şeyi kendim için söyleyemeyeceğimden olduğum kadar hem de.

Karşımda duran adamın gözlerinin içine baktım ve zihnimde beş sene önceki hali canlandı.


Görünürde değişen pek bir şey olduğu söylenemezdi. Kullandığı uyuşturucuların dozu yaşı ilerledikçe çoğalmış ve aslında onu ölümün kıyısına her geçen gün biraz daha yaklaştırmıştı.


Mor halkalarla kaplanmış gözlerinin kirpik dipleri kan rengine bulanmışken göz kapakları çoktan isyan bayrağını çekmişti.

Beş sene önceye kıyasla gözlerinde yeşeren tek şey nefretti aslında.

Kızgındı, hem de çok. Yaşayamadığı ve hissedemediği tüm hislere. Suçlu olarak Ahu'yu seçmişti. Çünkü acının belirli bir nedeni hiç bir zaman yoktu, olamazdı. Acı bulaşıcıydı. Bulaştıkça azalacak, azaldıkça yok olacakmış gibi. Acılarını nefrete dönüştüren İlker ise bunu Ahu'ya atarak avutuyordu kendini. Oysa hisler ona aitti. Kimse onun gibi hissedemez ve onların boyutunu bilemezdi. 

Hiç bir zaman da azalmayacaktı.


Tek bir kelime onu alt etmeme yetmişe benziyordu. Tek bir kelimeyle tüm duygularını yerle bir etmiştim. Onun sadece ismini söylemem, geçen onca seneden sonra onda hala bu denli büyük yankılar uyandırırken, bu yoğun duyguların onu gördüğü zaman neye dönüşeceğini kestirmek zordu benim için.


Her şeyi bir kenara bırakıp onu affeder miydi? Yoksa her zaman yaptığı ve sürekli örtbas ettiği karanlık işlerinin içinde onu yok mu ederdi? Bilmiyorum.

Ve bunu kestirmek, İlker gibi çözülebilmesi kolay bir insan üzerinde bile oldukça zorlayıcıydı benim için.


Annem ve teyzem, Ahu ile beni çok küçük yaşta terk ettiler. Onlardan geride bize kalan tek şey ise, sığınabileceğimiz büyük bir malikane iken biz bir arada bunu bile becerememiştik. Ahu benden büyüktü. Evet ama geriye dönüp baktığımda ona öğütler verenin, doğruyla yanlışı sürekli önüne serenin ben olduğumu anımsıyordum.


Ona engel olamadığım, hatasını düzeltemediğim tek gün ise dokuzuncu yaş günüm ve ilerisiydi. Diğerlerini ayrı göremezdim. Zaten engel olamadığım tek bir hata, devamında zincirleme bir şekilde ilerleyen olayların ipini elinde taşıyordu.


Dişlerimi birbirine kenetleyerek yutkundum tüm duygularımı. Gözlerimi takıldığı boşluktan alarak tekrar İlker'e baktım. Gözlerimiz kesiştiğinde onun da bana baktığını ve bu ufacık saniyede bile duyguların onu da esiri altına aldığını görebiliyordum.


Dışarıdan bakıldığında sohbet eden iki dost veya sevgili gibi gözükebilirdik. Olaylar, keşke bundan ibaret olabilseydi. Uzun sürelerdir peşimde olan ve artık can sıkmaya başlayan bir olaydan öte birisi değildi İlker'de benim için. Zihnimde kor gibi büyüyen yaşanmış zelzelelerin döngüsüne bir yenisine daha yer eklemek istemiyordum. Geçmiş, kör sandıklara sarıp bir daha eşelemek istemeyeceğim kadar derinlerime hapsettiğim bir mezarlıktı ve İlker tam karşımda durarak bile geçmişime balta saplıyor, aşınan topraktan geriye kalan harabelerde geçmişim cirit atıyordu.

Sakin olmam ve onu oyalayarak buradan kurtulmam gerekiyordu.


Eğer zaman kazanmak istiyorsam bulduğum her saniyeyi dolu geçirmem gerektiğini de öğrenmiştim. Zamanın akıp giden döngüsünde boş bulunduğum her an, çepeçevre etrafımı saran sessizlik o görünmez hançeriyle bıraktığım boşluklara birer darbe indiriyor ve oluşan boşlukları endişe tohumlarıyla yeşertiyordu.

Buna izin vermeyecektim. Gözlerimin odağına elindeki büyük tepside taşıdığı çayları ikram eden garson, taşıdıkları soğuk havayla yağmurdan kaçarak kafeye doluşan insanlar ve kahvesini yudumlayarak gazetesini okuyan orta yaşlı bir amca dışında herhangi bir şey takılmamıştı.


"Hiç düşündün mü?"

Bakışlarımdaki sabitliği korurken tek kaşımı kaldırarak 'neyi' dermiş gibi sorgularcasına baktım.

"Neden Ahu'nun değil de bunca zamandır senin peşinde olduğumu?"

"Ne demek istiyorsun?"

Ahu'ya istese de ulaşamayacağını biliyordum.

Tek eliyle hızla alnını sıvazlarken parmak boğumlarına kadar uzanan siyah eldiveni aldı gözlerimi. Ellerini iki yanına indirdiğinde ise yüzünü anlık olarak kaplayan hüzne takılı kaldı gözlerim. Bu o kadar kısa sürmüştü ki aklımın bana oynadığı bir tür oyun mu yoksa gerçek mi olduğunu kestirememiştim.


Sanki daha derine bakar ve daha derinlerini eşelersem orada o hüzünle tekrar karşılaşacak ve o hüznün karamsarlığında boğulacakmış gibi hissediyordum. 

Kısık gözlerimle onu incelerken, sanki bir sır verecekmiş gibi kendini daha da yaklaştırdı. Yüzlerimiz arasında bir karış mesafe kalırken sesini olabildiğince alçaltarak,

"İzleniyorsun, benden gerçekten kaçarsan peşinden gelecekler. Bu yüzden kaçarken seni kovalamama izin ver. Bu şekilde onların gelmediğinden emin olabilirsin."

"Hah?" Bakışlarımdaki ifade anında değişirken, "Sana güvenmiyorum." dedim net bir sesle.


O böyle birisi değildi. Bana yardım etmez sadece kendi çıkarları uğruna yaşardı.

Belli etmemeye çalışarak daha da dikkatli baktım çevreye.

Yaptığım şeyin İlker'de besbelli farkındaydı. 


"Elbette güvenmiyorsun. Ama bu sefer meseleler farklı."


Endişem gittikçe çoğalırken kafenin sonunda lavabolara uzanan koridorun karanlığında buraya doğru bakan birini görmek kaşlarımın çatılmasına sebep oldu. Kafamı avucuma yaslayarak dışarı bakarken endişeli bir nefes verdim.

Gözlerim, sokak direğine yaslanmış ve direkt bana bakan biriyle daha kesiştiğinde yüzümde nasıl bir ifade oluştu bilmesem de İlker'in telefon titreşimi anında tüm masayı kaplamıştı. Gözlerim hızla ekranına kaydığında kayıtlı olmayan bir numarayla yüzleşmem aradığım şeyi bulamamış hissiyatına itelemişti beni istemsizce.


Gözlerini gözlerimden ayırmadan aramayı cevapladığında kafamı oynatmadan gözlerimle lavaboya uzanan koridora doğru baktım. Oradaki her kimse bakışları hala bize dönüktü ve kulağına yasladığı telefon İlker'i destekler nitelikteydi. Sırıtıyordu. Aramızda baya uzun bir mesafe vardı, onu alt edebilirdim. Peki ya dışarıdaki?

"Hayır, halledebilirim" 

İlker'e tekrar baktığımda ona son kez güvenmemi isteyen bir yanı varmış gibi bakıyordu.

"Bir sorun yok"


Bir süre daha karşı tarafı dinledikten sonra kapattı telefonu. 

Yüzümde nasıl bir ifade vardı bilmiyordum ama dehşet içinde olduğu kesindi. Apar topar kendimi düzeltmek adına yüzümü avuçlarım arasında ovuştururken,

"Ne demek bu seferki farklı? Farklı ne olabilir İlker?"

"Öncelikle sakin ol tamam mı? Sadece şunu bilmeni istiyorum, bunca zamandır bunca şeyi neden yaşadığını öğrenmen gerekiyor."

Aklım karman çorman bir haldeyken ağzından dökülen her bir kelime karmaşayı daha da çıkılmaz bir hale sürüklüyor ama yine de bu çıkmazda kaybolmak ve onu düzeltmek istiyordum.

"Demek istediğin hiç bir şeyi anlayamıyorum."

"Ne demek istediğimi boş ver. Konuşamam, anlatamam sana hiçbir şeyi. Sadece bundan sonra daha dikkatli olman gerekiyor, mesele borçtan çıkalı çok oldu"

Derince nefesi içine çekerken "Bunlar yıllardır paralarının peşinde ağlayarak koşan o serserilerden değiller diyorum sana." Sesi istemsizce yükselmişti.

"Peki öyleyse, kimler?"

İlker derin bir soluk alarak anlamsız konuşmamızı kısa süre içerisinde sonlandıracağını belli edercesine geri verdiğinde vaktimin daraldığını hissediyordum.

"Kim olduklarının inan hiç bir önemi yok. Bunları zamanla kendin öğrenmen gerekiyor. Şu an yapabileceğinin en iyisi şey buradan kaçmak"


"Sana neden inanmamı istiyorsun? Geçmişi unutup da bir köşeye itelemedim ben."

"Nara, şu an burada sana böyle bir açıklama çabasına girdiysem bil ki işin içinde Ahu olduğu içindir. İşin ucu bir yerden ona da dokunacağı içindir, o yüzden daha fazla uzatma, dediklerimi yap. Eğer ki senin beceriksizliğin yüzünden Ahu'nun başına bir şey gelirse geçmiş anılarını bile özleyeceğin günler yaşatırım sana."

Gözlerini kaplayan, yüzüne yerleşen bu çirkin ifadeyi biliyordum.

Geçmişten aşina olduğum bu ifade artık benim için bir şey ifade etmiyordu. 

Çocukluğumun kanayan yaralarına yansıyan tek yüz ise buydu. 

"Ne üzücü." yüzümde onu aşağılayan bir ifade oluştu.

"Hayatı geçmişten ibaret olarak görüyorsun çünkü senin yaşadığın tek zaman geçmişten ibaret, öyle değil mi?"

"Yeter, seninle bunları konuşmaya gelmedim ben. Keyfin bilir, ya dediğimi yapar kaçar hayatına devam edersin ya da hayatını bile bile bir hiçliğe sürükler, yok olur gidersin."

Başlarda pişkinliğini koruyan mavi gözleri sona doğru iyice kısılmış ve artan siniriyle de birlikte iyice masaya doğru yaklaştırmıştı kendini. Avına saldırmayı kollayan bir avcıdan farksızdı.


"Peki, dediğin olsun. Ama önce bana tek bir açıklama yapmak zorundasın. Neden bunca zamandır yerimi bilmene rağmen susup da şimdi karşıma geçip her şeyin farklı olduğunu söylüyorsun? Borç değilse ne? Bunu bilmek hakkım."

Sakinliğim azalıyordu git gide. Oluşan ilk boşlukta gerginlik sarmaya başladı bedenimi. Oturduğum koltuğun yanındaki krem çantayı elimle kendime iyice yaklaştırırken gözlerim onun üzerindeki kar beyazı kabandaydı. Siyah iri düğmeli kabanı üzerine tam oturmuştu. Bakışlarımı takip ederek bir süre kabanına baksa da herhangi bir terslik olmadığını görmek gözlerinin hedefinin tekrar bana dönmesine neden oldu. 

"Öğreneceksin, zamanla. Fazla vaktin kalmadı her an içeri girip seni alabilirler. Beni iyi dinle şimdi."

Hiç bir hata payım yoktu. Olamazdı, olmayacaktı. Engel olamadığım bir kıpırtı dudaklarımdan çıktığında onu hafife almam iyice sinirlenmesine sebep oldu. Ona sergilediğim rahat davranışlarımın ardında yatan huzursuzluğu, endişeyi göremezdi. Bunu biliyordum. İlker, zihnini öfkeyle sulayıp düşüncelerine anın tohumlarını eken bir insandı. Bundandır ki körelen mantığını hiçbir vakit kullanamazdı, tıpkı şu anda da olduğu gibi.

"Dalga mı geçiyorsun benimle. Tek bir açıklama duymadan adımımı dahi atmam! Biliyorsun." dedim.

"Sabrımı taşırıyorsun! Duymak istediğin eğer tek bir açıklamaysa mesele Serhat. Daha fazla konuşmanın lüzumu yok zamanla anlayacaksın."

Her bir harfine vurgu yaparak söylediği kelimeler kulaklarıma ulaştığında tam vaktiydi. O daha ne olduğunu anlayamadan masanın demirlerine yerleştirdiğim ayaklarımı tüm gücümle ona doğru ittim. Geniş beyaz masa üzerindeki filtreli minik çaydanlıkla beraber üzerine devrilirken ılıklaşan yeşil çayın üzerini kapladığını görebiliyordum. Şaşkınlığı hala üzerindeyken çoktan ayaklanmıştım bile. Bu kadar hızlı davranacağımı o da kestirememişti.


Vakit kaybetmeden, yanımıza hızla gelen garsonun taşıdığı çayları yaptığım ufak hamleyle İlker'in üzerine devirirken uzun zaman sonra yaptığım en eğlenceli şeyin bu olduğundan emindim. Çayın sıcaklığı İlker'in kızaran yüz ve ellerinden belli olurken birkaç kadının çığlığı tırmaladı kulaklarımı. Daha fazla burada kalamazdım. Hızlanan adımlarıma ek içimdeki endişe artarken hayatımın ne zaman normale döneceğinden de endişeliydim. Hayat, kendimle kaldığım her vakit önüme engeller koyuyor ve aştığım her engelin sonuna bir yenisini daha ekliyordu. Sonu olmayan bir döngü gibi. Geride kalan adamın peşimde olup olmadığını bilmesem de yapacağım şeyi çok iyi biliyordum. Az önce yağmurdan korunmak için giren insanların aksine, kapıyı tüm gücümle ittirerek kendimi yağan yağmurun o sert soğuğuna teslim ettim. Ardımdan kapattığım kapının tepesindeki o çıngırak sesi yağmurun sert darbelerine karışırken, botlarımdan dizlerimin arka boğumuna sıçrayan su birikintileri umurumda dahi değildi. Hafif yokuşlu yol koşar adımlarımın gerisinde kalırken geriye bakacak tek bir saniyem bile yoktu. Tıpkı zamanını hiçe saydığım geçmişim gibi. Yaşandı, orada kaldı ve bitti. Ardıma bile bakmadan kaçmak bu hayatta öğrendiğim en iyi şeylerden biriydi belki de. Yapabildiğim en iyi şeyin bu olduğunu biliyordu İlker. Kaçmak. Hem de delicesine. Ondan kaçtığım vakitler bende gözlemleyebildiği en iyi şey buydu. Onun dışında herhangi bir çöpten farksızdım zaten. Bugün on bir ekimdi. Yirminci yaşımı saatler önce doldurmuştum. Sığınabileceğim bir ailem, hayatımın tek düze ilerleyen tekinsizliğinde sırtımı dayayabileceğim bir dostum yoktu. Yalnızdım. Bu güne kadar aştığım zorlukların kalıntıları o zorluklardan daha ağır geliyordu. Yalnızlığın zırh gibi geçtiği ruhumun görünmez kısımları bir yerlerde hala kanıyor ve acısı en olmadık anlarda etrafımı sarıyordu. Tıpkı şu an olduğu gibi. Takip edemediğim adımlarımın hızı her saniye daha da artarken, tek omzuma astığım krem renkli kumaş çantamı daha da sıkı kavradım. İçerisindeki kitabın ıslanmasından da korkuyordum. Bu uzun yolda aştığım mesafenin sonunda sağdaki yola sapacakken bakışlarımla arkayı kolaçan ettim.


Çoktan peşime düşmüştü. Kafede ve dışarıda gördüğüm adam bir aracın önünde durmuş bizi izlerlerken İlker'in yaptığı şeyi az çok tahmin edebiliyordum. Onlara kendisinin yakalayacağını söylemiş ve böylece bana zaman kazandırmıştı. Yine de bu, İlker'den de kaçmayacağım anlamına gelmiyordu. Kim olduklarına dair en ufak bir fikrimin olmadığı bu insanlardan beni korumasının altında bile Ahu yatıyordu.

Ki yıllardır Ahu yüzünden peşimde olduğunu hesaba katarsak onun için gerçekten üzülüyordum.


Yolun daha yarısında olmasına rağmen adımları bir o kadar hızlı gözüküyordu. Aramızdaki büyük mesafenin tek sebebi ise bendim. Geçmişte verdiğim uğraşların çabasını şimdi acısız bir şekilde geri alıyordum. Yaptığım egzersizlerin avantajı beni her daim ayakta tutuyordu. Artık bastığım yerleri hissetmesem de bu umurumda değildi. Eğer yakalanmak istemiyorsam yakalanmayacaktım.

"Dur!"

Durmayacaktım.

Ona hala güvenmiyordum. Bu yaptığı yardımın da benle herhangi bir ilgisi yoktu. Kendi çıkarları, Ahu'nun güvenliği uğruna yanımda bulunmuştu.

"Dur dedim sana!"

Bayağı bir mesafe kat ettiğimde kafedeki adamların yetişemeyeceğinden artık tam olarak emin hissediyordum.

"Nara, dur! Benden nereye kadar kaçabileceğini sanıyorsun ha?"

Gür sesi yağmur tanelerine tutunarak kulaklarıma ulaştığında soğuk havanın etkisiyle de beraber kulaklarımın kızardığını hissedebiliyordum. Öfkeli bakışları sırtımı delip geçerken gözlerimle çevreyi kolaçan ettim. Sapabileceğim yönleri hesaplıyordum. Onun öfkesi bana değildi. Kendince 'başarı' odaklı düşündüğü işleri yapamamak kendine öfkelenmesine ve aklını körelterek öfkelenmesinin sebebini dahi anlayamadan karşısına çıkan her şeye saldırmasına sebebiyet veriyordu.

Bunların farkında olmam onun algılamasına sebebiyet vermiyordu maalesef. 

Ve bunları düşünecek durumda da değildim. Şu an tek yapmam gereken onu atlatmaktı. Ne kadar hızlanırsa hızlansın yakalayamayacağını biliyordum. 

Caddeye fazla uzak sayılmazdım. Bulunduğum kafenin çoğu yeri boş arazi ve çimenlerle kaplı olsa da merkeze fazla uzak değildi. Buranın huzurlu sakinliği her daim daha iyi hissettiriyordu sadece çevrenin bu denli sakin ve boş olması da buraya ayrı bir hava katıyordu.


Adımlarımın ardında kalan o uzun yolların sonunda ara sokaklardaki daireler ve apartmanlar çoğalmaya başladı.

Bu benim için iyiydi.