Tanrı sıkıldığı için mi yarattı bizi, yoksa sıkıntıyı yaratmak için mi zihnin merkezine koydu iradeyi?
Henüz daha gençken, artık genç olduğumu iddia edemeyecek kadar çok hissettiğimi varsayıyorum, boynuma 'Teadium Vitae' yazma düşüncesini aklımdan çıkartamazdım. Öyleydi ki bu, sanki benden önce beni orada görecekti insanlar. Daha da güzeli her aynaya baktığımda aynı korkunç sözü görecektim. Beni tanımlayan işte buydu. O koca düş hayvanı iki kelimede özetleniyordu işte: Yaşama karşı, bizzat onun yaşam oluşundan dolayı, hiçbir neden ya da bahaneye ihtiyaç duymadan oluşan bir nefret. Ölümün ve şiddetin büyüsü, intihar edebilecek olmanın ve etmenin saygınlığı, düşün her türlüsünün sonunda bir titan gibi beliren, yükselen hatta tanrılaşan gerçeklik, keskinlik ve sıkıntı... Her biri tek bir cümlede özetlenebilir işte: Teadium Vitae.
Ve her gün insan bu kabulle uyanabilir, şah damarı üzerine mutfak bıçağı ya da hiçliğe bilenmiş bir dolma kalemle bu kelimeler kazınırsa.
Aynaların ardına bir gerçek sırıtıyor. Bedenin, dişlerin ve mendebur suratların ardında bir deli yatıyor. Görebiliyorum rasyonalitenin en güçlü ozanını dize getirebilecek olan o canavarı. Çarpık düşlerin ve anlam kaymalarının bizzathi sorumlusu olan doğamızdan uzak olan yaşamları. Hepsi tek bir şey haykırıyor artık: "bizden bu kadardı, burası bize uygun bir yer değildi." Ve şimdi son perdenin kapanması için sahnenin tam da ortasında olan aktörün tek bir kelimesi gerekiyor. Teslimiyeti evvela dizlerinden anlaşılıyor. Bir kırılma bir insanı ancak bu kadar tanımlayabilirdi. Tıpkı roma gibi ya da tarih boyunca zamana savaş açan diğer imparatorluklar gibi o da çöküyor.
Peki bu daha önceden belli değil miydi? bu çöküş daha öncesinde bir Delphi kahini tarafından görülemez miydi? Anlam yaratıcı ve ölçünün birimi olan insan bu dünyaya bir anlam giydiremeyeceğini, Yüzyıllardır düşlerin oyuncusu beyaz bir entariyi yaratamayacağını önceden bilemez miydi?
Bilse ne değişirdi?
Bilse o efsunlu sözleri söyleyip zamanı durdurabilir miydi?
Artık çok geç. Takvim yaprakları medeniyetin bir organını, insanın düş gücünü bir kuyuya kilitleyeli çok oldu. Acınası insanlık, Prometheus'un tanrıların sofrasından çaldığı bilgelik heyecanı ve yeniliğe duyulan ihtirası başıboş ve kısırlaşmış heveslerine harcayalı çok oldu. Ve bu sayede, insanın değişime ve yei bir gün doğumuna harcayacak bir merakı kalmadı. Her şey bir lanet gibi ortadaydı işte. hiçlik; yaratılan tüm düşleri yok ediyordu. Çünkü gerçek nesnel olarak zamanın sürtünme kuvveti ile palazlanan keskin bir kılıçtan farksızdı. Ve şimdi insan, bir hayvan olarak doğanın tekelinde olan zaman tarafından o keskin bıçağın altında ölüme götürülüyordu. Gerçek önce düşleri, sonra bedeni ve en nihayetinde Prometheus'un getirdiği bilgelik ateşini kesecekti.
Modern insanın bu trajedide tek yapabileceği Dionysos'tan çaldığı şarap ve delilikle jiletler üzerinde raks etmekten ibaretti.
Raks edebilen tanrıya inanmamız gerekirdi.
işte gördünüz mü şimdi pes ediyor aktör. Kulaklarınızı açın ve ne dediğine odaklanın!
*Aktör dizlerinin üzerinde hırıltılı bir ses tonuyla şöyle diyordu: Ey zamanın tanrısı Kronos, Ey yüceler yücesi Prometheus, Aşka ve ihtirasa, Zevke ve renklere açtığınız savaş kaybedildi. Kumar sonlandı, desteler açıldı. Hiçlik yaratıma karşı bu mağlubiyeti tattı.*
Ardından son br kez ayağa kalktı aktör. ruhunda hissettiği acıya güölükle karşılık veriyordu artık. Kalbinin merkezinde bir kapı açılmıştı: Bir karadelik, bir boşluk, ona hiçliği müjdeliyordu. Şöyle haykırdı en nihayetinde:
"puis ils s'envolent dans le neant"