Bir-iki saat boyunca öylece tetikte beklediler. Kimse konuşmuyordu. Halleri acınasıydı, uykusuz ve yaralıydılar. Etraftan çıt çıkmıyordu. Sadece yaşlıca bir kadın kapıdan alelacele girmiş, tepsiyle biraz kızarmış hamur ve bir tencere çorba bırakıp hiç konuşmadan geri çıkmıştı. Odada kaldığı kısa süre boyunca Ulya'ya korku dolu kaçamak bir bakış atarak kendi kendine bir şeyler mırıldanmıştı. Kızlar ilk başta tepki vermeseler de burunlarına gelen kızarmış hamur kokusuyla ne kadar acıkmış olduklarını anlamış olacaklar ki bir çırpıda tepsideki her şeyi silip süpürdüler. Biraz daha bekledikten sonra hala ses çıkmayınca birer birer küvette sıcak suyla yıkanıp üzerlerindeki pis ve acınası haldeki kıyafetlerinden kurtuldular. Minik odacıkların her birindeki dolaplarda envai çeşit elbise, ayakkabı, gecelik ve ihtiyaçları olabilecek başka bir sürü şey vardı. Bu odanın kendileri için hazırlatılmış olduğunu fark etmek güç değildi.

Kapıda kilit yoktu ama uykuya ihtiyaçları vardı. Bu yüzden daha önce birçok kez yaptıkları gibi nöbetleşe uyuyacaklardı. En ufak bir kıpırtıda hemen giyinebilecekleri şekilde elbiseleri baş uçlarında asılı, bıçakları yastıklarının altında ve kılıçları yataklarının yanına dayalı bir şekilde teker teker uykuya teslim oldular.

Ancak gece boyunca öğlenin geç saatlerine kadar birkaç kapı sesi dışında ne gelen ne de giden oldu. Etraf hâlâ sessizdi. Günü ortadaki salonda, koltuklarda oturarak geçirdiler. Anka ve Hera sürekli ya kapıyı dinliyor ya da pencereden dışarıyı izliyorlardı. Gece yemek getiren kadın bu seferde kahvaltı tepsisiyle gelmişti. Yanında kapının dışından içeriyi görmeye çalışan genç bir kadın daha vardı ancak yaşlıca olan içeri girmesine müsaade etmedi. Tepsiyi kapının solundaki masaya bırakıp hızlıca odadan çıktı. Pera ve Mohini konuşmak için çabalasa da ne baktı ne de cevap verdi. Kadın belli ki kızlardan korkuyordu, sebebi Ulya ve beyaz saçları olmalıydı.

Akşamüstüne doğru odaya Kasım geldi. İçeri girer girmez gür ses tonuyla konuşmaya başlayarak "Dinlenebildiniz mi? Daha iyi görünüyorsunuz. Hatta muhteşem görünüyorsunuz!" dedi, yüzüne kocaman bir gülümseme yayılmıştı. Ulya, normal bir zamanda karşılaşsalar bu adamı sevebileceğini hissediyordu. "Ben Kan'ın kardeşiyim" demişti ilk konuşmasında, o canavar ile bu adam arasında hiçbir benzerlik göremiyordu.

Kasım'ın söylediklerine tek tepki veren Mohini oldu. Hafif utangaç bir tebessümle "Teşekkür ederiz" dedi. Kasım da Mohini'ye gülümsedikten sonra sözüne tekrar devam etti. "Bu akşam yemeği bizimle, küçük salonda yemenizi istiyor, sanırım size söylemek istediği bir şeyler var. Hazırlansanız iyi olur, geç kalmak

istemezsiniz." deyip odadan ayrıldı. Kasım'ın odadan çıkmasının hemen ardından Pera atılarak Mohini'ye döndü ve çarpık bir şekilde "tişikkir idiriz" diyerek Mohini'nin taklidini yaptıktan sonra sinirli bir kahkaha atıp "Bir de teşekkür mü ediyorsun, adam seni kazığa bağlayıp evcil hayvanına yem olarak kapının önüne koydu" diye çıkıştı. Mohini kendini direkt savunmaya geçerek "bağlama kısmının hoş olmadığına ben de katılıyorum ama o panteri oraya bizi yemesi için değil bizi koruması için diktiler, biliyorum bunu, söyle onlara Hera!" diyerek Hera'ya döndü. Pera sinirli bir kahkaha daha attıktan sonra "bu durumda bile iyi şeyler bulduğuna inanamıyorum Mohini, anla işte bu dünyada içi saf kötülükle dolu insanlar var, her şeyde bir iyilik aramayı kes" dedi. Ulya, Pera'nın neden bu kadar sinirlendiğini anlıyordu. Pera en çok Mohini ile takışsa da aralarında en çok onu severdi, onun kalbinin saflığını kendi kıvrak zekasıyla korumak ister gibi ona hep daha fazla korumacı yaklaşırdı.

Hera aralarındaki tartışmayı bölerek söze karıştı. "Mohini, evet o panteri bizi koruması için oraya diktiler ama Ulya gelmeseydi eğer, bizi pek ala yem olarak da kullanabilirlerdi. Kasım iyi bir çocuğa benziyor üstelik yakalandığımızdan beri Agah ile kıyaslanacak olursa bize çok iyi davrandı ama birbirimizden başka kimseye güvenemeyiz. Söylediği gibi o bir asker ve her asker gibi sahibine canı pahasına sadıktır ve eminim o ne isterse onu yapacaktır. Bu yüzden dikkatli

olmalısın, anladın mı beni tatlım" diye konuşmasını sonlandırırken gülümseyerek Mohini'nin kolunu sıvazlıyordu. Çıkışı için Pera'ya da ufak sinirli bir bakış atmayı ihmal etmemişti. Mohini kafasını tamam anlamında salladı.

Anka, olaydan bağımsız Ulya'yı izliyordu. Ulya eskiden kolye ucunun durduğu yerde, göğsündeki boşluğu tutuyordu sağ eliyle. Saçındaki taraklı minik toka dışında anne ve babasından kalan tek şey o kolyeydi ve o da gitmişti.

"Haydi" diye seslendi Hera kızlara doğru, "Şu akşam yemeği için hazırlanalım, düşmanımızın bizi çirkin görmesini istemeyiz bebekler." Ulya ve Hera kısa bir an bakıştılar, Hera "olaylar benim kontrolüm altına girecek" gülümsemesini atmıştı tek kaşını havaya kaldırarak. Hera'nın aklındaki planlar Ulya'nın hiç hoşuna gitmedi.

~

Yemek getiren kadın akşam yemeği saatinde tekrar odaya geldi.

Bu sefer elinde tepsi yoktu, kızları almaya gelmişti. Gidecekleri salona kadar önden hızlı hızlı yürüyerek yolu gösterdi.

Salona önce Mohini girdi. Üzerindeki koyu yaprak yeşili elbisesi aynı renk gözleriyle birlikte ahenk içerisinde parıldıyordu. Temiz, kıvırcık saçları iyice kabarmıştı. Mohini'nin arkasından Pera, üzerinde siyah kadife işlemeli bir elbiseyle beyaz tenini ve buz mavisi gözlerini iyice ortaya çıkarmış, huysuz bir Yunan tanrıçasını andırıyordu. Hemen yanında Anka, kırmızı saçlarıyla ve vişne çürüğü

rengindeki elbisesiyle birazdan alev alacakmış gibi duruyordu.

Anka'nın ardından içeri giren Hera, ortadan ikiye ayırdığı altın sarısı dalgalı saçları ve ten rengiyle aynı renkteki bej rengi elbisesiyle, ortalığa gün ışığı saçıyordu.

Anka ve Pera girişin sağında, Mohini ve Hera ise solunda sıra sıra dizilip kapıya döndüler. Salona en son Ulya girdi. Üzerine tam oturan antrasit rengi saten bir elbise giymişti. Saçları güzelce taranmış, öndeki tutamlar gevşekçe geriye doğru minik taraklı tokasıyla tutturulmuştu.

"Küçük" salon oldukça büyük bir salondu. Solda devasa bir şömine, şöminenin hemen önünde rahat gözüken, üzerleri hayvan derileriyle kaplı koltuklar bulunuyordu. Duvarlarda içi doldurulmuş vahşi hayvan kafaları asılıydı. Koltukların arka tarafında kalacak şekilde uzunlamasına ceviz ağacından büyük bir yemek masası konumlandırılmıştı. Masanın ardında ise verandaya açıldığı belli olan geniş bir kapı vardı. Devasa işlemeli pencereler ve o pencerelerden yere kadar sarkan kadife perdeler, odanın her yanındaydı.

Masadakiler bir süre kızlara öylece bakakaldılar. Kan dışında, o yemeğine başlamak ile meşguldü. Sol yanında oturan daha önce hiç görmedikleri esmer, seksi görünümlü genç kadın ise bir an çekik gözlerini Ulya'ya hemen ardından Kan'a doğru çevirdi. Cüretkâr açıklıktaki yakasını Kan'a doğru yaklaştırarak kulağına bir şeyler fısıldadıktan sonra sevimli olmayan minik bir kahkaha attı. O an, Kan başını kaldırıp Ulya'ya baktı, bir böceğe bakıyor gibiydi.

Ulya da yüzünde aynı ifadeyle gözlerini bile kırpmadan ona bakıyordu. Kasım, boğazını temizleyerek "Kusurumuza bakmayın şaşkınlığımızdan sizi masaya davet etmeyi unuttuk, lütfen oturun ve bizimle yemek yiyin." diye araya girdi. Agah Kasım'a sinirli bir bakış atarak homurdanmış, o da omuzlarını silkerek karşılık vermişti. Ulya masanın en başına, Kan'ın tam karşısına oturdu, kızlar ise Ulya'nın iki yanına dizilerek oturdular.

Masada dün gece tanışmış oldukları beş adam dışında tanımadıkları iki kadın ve bir adam daha vardı. Kadınlardan biri Kan'a az önce bir şeyler söylemiş olan esmerdi. Diğeri ise daha yaşlıca, bakımlı, giyim kuşamından önemli ya da zengin biri olduğunu belli eden cinstendi. Aynı şekilde diğer adamında görüntüsü ve yaşı, yaşlı kadınla eş değerdi. İkisi de sevimsiz, birbirlerine benziyorlardı. Uzunca bir süre donakalmış bir şekilde kızları izlediler.

Ulya ve kızlar için açılan boş servislerin üzerleri yemek ve şarap ile dolduruldu. Ulya şaraba doğru uzanmışken Hera engel olup Ulya'nın şarabını önce kendisi içti, şarabı iyice koklamış ve bir süre ağzında gezdirmişti. Mohini de Ulya'nın tabağındaki yemeklerden bir çatal alıp aynı hareketleri tekrarladı. "Bu kızlar beni öldürüyor" diye düşündü Ulya gözlerini devirerek. Düşmanın sofrasında, tam karşılarında oturmuş savunmasızca beraber yemek yiyeceklerdi, bu sofra da zehir olsa ne değişirdi ki?

Bir süre sessizce yemeklerini yediler. Kasım ortada elle tutulur bir hal alan gerginliği azaltmak ister gibi söze başladı.

- Şaşkınlığımızı mazur görün, hiç anlatılanlara benzemiyorsunuz, çok daha farklı bir görüntüyle karşılaşacağımızı sanıyorduk.

+ Anlatılanlar?

Hera kafası karışmış bir ifadeyle Kasım'a dönmüştü.

- Şu meşhur hikâye işte. Dora'da yaşayan beş cadı.

Anka, şarabını neredeyse püskürtecek şekilde sesli bir kahkaha attı ve ardından cümleyi yanlış anladığını düşünüyormuş gibi tekrarladı.

- Dora'da yaşayan beş cadı mı?

Gerçek bir kahkahaya alışkın olmayacaklar ki hepsi bir an önlerindeki tabaklardan kafalarını kaldırıp Anka'ya baktı. Anka, Anka'lığını yapıyordu yine, her zamanki gibi nasıl hissediyorsa öyle davranıyordu çekinmeden.

Demek böyle bir hikâye dolanıyordu etrafta. Dora'da birazcık gürültü, patırtı çıkardıkları doğruydu ama cadı kelimesi neredeyse Ulya'yı bile güldürecekti.

- Üstelik korkunç cadılar

Feda da söze katılmıştı, cümlesini söylerken Pera'ya bakıyordu hatta gözlerini bir an olsun Pera'dan ayırmıyordu.

"Adı üstünde cadı" dedi Bars, o da Feda'ya bakıyordu. "Belki senin gibilerini kandırabilmek için kılık değiştiriyorlardır."

Feda, sağında duran keskin bıçağını cümlenin bitmesini bile beklemeden Bars'a doğru fırlattı ve Bars, suratına isabet etmeden hemen önce bıçağı havada yakaladı. Gülüştüler. Az önce bıçakla öldürülme teşebbüsünde hiç bulunulmamış gibi.

Agah bir homurtu çıkardı ve Anka'ya döndü. Geldiklerinden beri ilk defa kızlardan biriyle konuşma girişiminde bulunuyordu. "Sen kırmızısın değil mi? Ailen kim, kimlerdensin?" İfadesi ve ses tonu net ve sonuç odaklıydı, sadece sorduğu sorunun cevabını almak istiyordu. Anka da misilleme bir ses tonu ve ifadeyle cevap verdi.

"Ailem ben çok küçükken Kırmızı Kent'in sahibi tarafından idam edilmiş" dedi. Agah, çocukluğundan bu yana Kırmızı Kent'te birçok idam ve ölüm görmüştü ama kızın hangi aileden bahsettiğini hemen anlamıştı. Daha fazla soru sormadan kafasını çevirdi ve geniş ağızlı metal kupadaki içeceğini yudumlamaya devam etti.

Kasım, Mohini'ye dönerek "Sen de yeşil olmalısın?" diye sorar gibi yaptı. Mohini, önce Hera'ya küçük bir bakış atıp daha sonra kafasını evet anlamında hafifçe salladı. Kasım'a bakmıyordu. Kan'ın yanında oturan esmer, genç kadın ilk defa sesli konuşmaya başlayarak "Peki sen nerelisin?" diye sordu. Ulya'ya bakıyordu, ses tonu oldukça alaycıydı. "İnsansın değil mi sen? Senin nereden olduğunu pek anlayamadık." Gözlerinde ve dudak kıvrımlarında birazdan patlatacağı kahkahanın belirtileri dolanıyordu.

Ulya, yavaşça gözlerini kadına dikti. Sağ eli havada, kadehini tutuyordu. "Öyle mi?" diye sordu. "Daha dikkatli bak." Kadehindeki beyaz şaraptan büyük bir yudum alıp kadına bakmaya devam etti. Kadın umursamaz bir tavır takınarak önüne döndü.

Kan, yerinden hızlıca kalktı. Kızlar dışında herkes, bir anda ayağa fırlamıştı. Kızlar ne olduğunu anlamadan Kan kızlara doğru yaklaşarak, Pera'nın yanındaki boş sandalyeyi çekip, sandalyeyi arkası öne gelecek şekilde çevirerek kızlara doğru oturdu. Direkt Ulya'ya bakıyordu. Tok, güçlü bir ses tonuyla konuşmaya başladı. "Sebep her ne olursa olsun, bu evden benden habersiz çıkan her kişi için, evde kalan başka birini öldüreceğim. Ve çıkan kişi geri gelene kadar her saat başı başka birini daha öldürmeye devam edeceğim. Evden çıkmaya cesaret eden kişi ise ölümle kurtulamayacak." Bir an duraksadı ve bu kısımda daha çok eğleniyormuş gibi bir surat ifadesiyle devam etti. "Eğer hepiniz aynı anda çıkmaya kalkarsanız, size birbirinizi öldürteceğim. Anlaştık mı?"

Ses tonunda ölümün sakinliği ve şeytanın cazibesi vardı. Tehdit ediyordu ama bunu ninni söyler gibi yapıyordu.

Ulya çenesini havaya kaldırarak gözlerini adamın gözlerine dikmeye devam etti, kimse cevap vermedi.

"Güzel" dedi adam ses çıkmayınca sandalyeye bir kez vurup, hemen ardından kalkarak odadan ayrıldı. Esmer kız alelacele peşinden gidiyordu.