İçimizde patlamaya ramak kalmış çok fazla acı vardır. Biz bunu fırsata çevirip acımızı sanatla tanıştırırız ve kağıda süslü kelimelerle dökeriz. Aslında baktığımızda en güzel şiirlerimiz en büyük acılarımızdır. Sevgi, öfke, yaşamak, özgürlük gibi bastırılmış duygularımız sanat vasıtası ile artık bağımsızlaşır. Şiirin en püf noktası budur aslında; bastırılmış, anlatılmayan duygular ve hisler... Hayat bazen insanı çok yorabiliyor fakat buna direnmenin en iyi yolu sanat yapabilmekten geçiyor. Ruhu tüm kirinden, tüm yorgunluğundan arındıran budur aslında.


Yazmak için birçok sebebimiz olabilir, bir kediden ilham alırız mesela, bir çiçekten, ağaçtan, sokaktan… Yürünen çoğu sokakta, çoğu kaldırımda iyi kötü anılar birikir, hatta o kadar çok birikir ki terk etmek ister artık aklımızı. Biz de onu sanatımıza, kalemimize ve kağıdımıza yönlendiririz. Ancak öyle terk etmesine izin veririz bizi. İlla patlayacaksa böyle patlasın acılarımız, sanat yoluyla. Belki de yaranıza en iyi gelen sizin kaleminizden çıkan bir şiirdir.

Sezai Karakoç ve Cemal Süreya iki büyük şair, iki büyük acı… Üniversite yıllarında Muazzez Akkaya diye bir kadına aşık olmuşlardır. Öyle çok sevmişlerdir ki bu sevgi aralarında hırslı bir rekabete dönüşmüştür. Cemal Süreya’nın soyadından ikinci ‘y’ harfinin eksilmesi bu rekabeti Sezai Karakoç’un kazandığını göstermiştir. Güzel bir birliktelikleri olan Sezai ve Muazzez çiftinin aşkı Muazzezin iddiayı öğrenmesi ile son bulmuştur. Sezai Karakoç bu duruma fazlasıyla üzülüp Muazzez’e o güzel şiirini yazmıştır:


“Mona Rosa. Siyah güller, ak güller.

Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak.

Kanadı kırık kuş merhamet ister.

Ah senin yüzünden kana batacak.

Mona Rosa. Siyah güller, ak güller.”


Anlatmak istediğim şey tam olarak bu aslında. Sezai Karakoç en büyük acısını bizimle bu şekilde paylaşmış. Belki de böyle dile getirmek aşkı ve acısı karşısında daha güçlü yapıyordu onu.


Kendimden bahsedecek olursam eğer moralim bozuk, "mood"um düşük olduğu zaman ben de şiir yazarım fakat sanatımı tek bir yolda yürütmem. Şiirin yanında şarkı yazarım, resim çizerim, kitaplarla vakit geçiririm. Elimde sanatımla yürüdüğüm bu hayatımda tek bir yoldan değil, birkaç yoldan ayrı ayrı yürürüm. Bu bana o kadar iyi geliyor ki onlarla ilgilenirken zamanın nasıl geçtiğini, acımın nasıl dindiğini anlayamıyorum bile. Bu ilgim o kadar ileri seviyeye taşındı ki ileride yapmak istediğim meslek bile sanat üzerine. Beni ben yapan şey yani benim benliğim tümüyle bu olaydan ibaret. Yazarım, çizerim bazen de söylerim, böyle iyileştiririm kendimi.

Her insanın içinde bir sanat uyur aslında ve bizim onu keşfetmemizi bekler uslu uslu. Kimi asla görmez bile, ben ve benim gibiler ise didik didik arar karakterinin en ücra köşelerinde.


Asıl konuya dönecek olursak, yani acımızı sanatla tanıştırmaya; geriye dönüp baktığımızda en iyi şairler, en iyi ressamlar, en iyi söz yazarları çok büyük acıları olan insanlardır. Yine birini örnek vermek istiyorum: Çok sevdiğim ve sonsuza kadar idol olarak göreceğim biri, Frida Kahlo... Görüp görebileceğiniz en iyi, en başarılı ve en güçlü ressamlardan biri.

Başına çok büyük belalar gelmiştir ama asla bırakmamıştır sanatını yarı yolda. Sürekli resim çizer ve acısını böyle hafifletmeye çalışır. Bir de Diego’su vardır Frida’nın, o çok sevdiği Diego’su. Ama yine her zamanki gibi başına aksilikler gelmiştir. Sadece Diego’ya olan aşkı kalır elinde Frida'nın, Diego yoktur artık ve sonra şöyle der Frida: “Ben Diego’ya değil aşka aşığım.” Sonra başlar tekrar resim çizmeye. O aslında ne Diego’ya ne aşka aşıktı sadece tuvalleri, fırçaları ve boyaları vardı. Aşkla yaptığı sanatı vardı. Acısını böyle unutmaya çalışıyordu.

Hepimizin acıları, yaraları veya kayıpları oluyor. Önemli olan bizim bunları sanatımıza aktarmamızdır, emin olun bu hepimize çok iyi gelecektir.