Son Bölüm: Okul
Aylardır duymayı bekliyordum bu sözü. O an duyduğumda nasıl bir tepki verdim, bilmiyorum. Babam bunu söylerken elimde tuttuğum çantamın yerinde olmak isterdim. Çünkü bana en yakın o vardı. Beni en iyi gören oydu. Yüzüm neye büründü, gözlerim nasıl oldu, ellerim nasıl dondu, vücudum nasıl kaskatı kesildi? Dışarıdan biri olarak kendimi görmek isterdim. Kendini hiç bozmuyordu, devam etti:
“Ben şehre ineceğim, sen de çık damı temizle bugün!”
Elbette yarın da temizlenebilirdi. Hem de hafta sonuydu. Sabahtan akşama kadar o demese de ben zaten kar yağmamış gibi yapardım. Hatta istese toprak bile taşırdım. Ama şimdi bunun zamanı mıydı? Neden özellikle bugünü seçti? Hadi gitsin ilçeye ne yaparsa yapsın ama karın temizlenmesi bugün şart mıydı? Bunları gayet güzel bir şekilde düşünüyordum. Eminim babam da düşünüyordu. Ama düşüncelerimi dile dökecek bir yeterliliğe henüz sahip değildim. Belki de hiç de olamayacaktım. Arkamı dönüp yüzüne bile bakmadım. Muhtemelen o da bana bakmıyordu o sırada. Annem kim bilir ne yapıyordu ona da bakmadım. Onun ne yaptığını bilmek için çok fazla düşünmeme gerek yoktu zaten. Ona da bir şey diyemiyordum. Ne diyeyim ki kadıncağız benim için sürekli didişiyordu. Ağzımı açmak istemedim. O zaten yapardı üzerine düşeni; ne de olsa kadındı, anneydi, eşti ve daha bir sürü şey…
Çantayı olduğum yere attım. Bahçede duvarın kenarında dikili duran merdiveni aldım, evin arkasına dolaştım. Elime de küçük saplı küreğimi alıp soğuğa aldırmadan dama çıktım. Buralarda genellikle evlerin çatıları yoktur. Çok nadirdir çatısı olan, geneli damdır. Yani dümdüz beton işte, başka da bir şey yok. Üzerine kimi zaman toprak atarız kimi zaman naylon çekeriz, yağan yağmur ya da kar evin içine akmasın diye. Kışın ise maalesef o yaptıklarımız pek kâr etmez. Bu yüzden de haftada bir ya da duruma göre iki, üç günde bir çıkıp damdaki karları kürüyorduk. Böylece kar damda erimemiş oluyordu. Hem eve akmıyor hem de beton fazla zarar görmüyordu. O gün de akşama kadar damla uğraştım. Bilerek işi uzattım. Babam şehre indiği için içim rahattı. Annem de işlerinden bulduğu zamanlarda birkaç dakikalığına yanıma gelip yeter artık, bırak gibisinden şeyler söylüyordu. Onu da dinlemedim bugün. Anneme kızgın olduğum için değil, ben ona hiç kızamam. Sadece babama kızgındım ve böyle yaparak kendimi cezalandırıyordum. Çünkü elimden başka bir şey gelmiyordu.
O günü öyle çalışarak tamamladım. Okuldan dönen çocuklara bile bakmadım. Babam yüzünden sanki bütün köyle küs gibiydim. Hiçbir şeyle ilgilenmek gelmiyordu içimden. Babam akşama doğru ilçeden geldi. O geldiğinde ben de işimi yeni bitirmiştim. Yine bana bir şey demesin diye hayvanların da otunu tamam ettim. Sonra yine rutinimiz hâline gelen akşam yemeğini aynı sessizlik içinde yedik. Sessizliğimizi bozan annemin öksürükleri oluyordu. O öksürdükçe babam ters ters bakıyordu. Ben ise bir şeyin farkında değildim. O yüzden pek önemsemiyordum. Hafta sonu hava biraz daha güneşliydi. Arazide karlar olduğu gibi duruyordu ama yollar kapkara asfalttı şimdi. Yine gidip köyden su çektim. Hayvanlarla uğraştım. Fazladan bir iş çıkarsa onu yaptım. Bunlara rağmen yine de dersimi çalışmak için bir sürü zamanım vardı ama nedense elim bir türlü kitaba, deftere gitmiyordu. Sanki beni bir şey engelliyordu. Okul ile ilgili içimde bir şeylerin kaybolduğunu düşündüm o iki gün. Yatmak, boş yere oyalanmak, gidip köyün içinde kar topu oynamak, hatta çalışmak bile bana daha cazip geldi. Bu hafta çarşamba ve perşembe günü sınavlarımız vardı. Onları da gayet iyi biliyordum tabii. Çalışmadan ne yapabilirdim ki? Ama yine de kılımı kıpırdatmadım. O iki gün boyunca sadece babama öfkelendim. Daha da çok öfkelendim. Sahip olduklarımı elimden alıyor gibiydi. Hem de bunu yavaş yavaş hissettirmeden yapıyordu sanki. İşte o yüzden o iki gün öfkem bir çığ gibi büyüdü.
Pazartesi sabah uyandığımda ise hafta sonunu yaşayan kişi ben değil gibiydim. O günün sabahına yine eski ben olarak uyandım. Bugün daha da istekliydim nedense. Bir an önce evden kaçıp kendimi okula atmak istiyordum. Daha da doğrusu babam bir iş daha buyurmadan gitmek istiyordum. Hemen yufkanın arasına peynir ile domates koydum. Sofrada bile oturmak istemedim. Yine annem öyle olmaz, otur falan dedi ama dinleyemezdim annemi. Kusura bakma anne, seni duyamayacağım bir süre en azından okullar bitene kadar. Kapıdan fırladım, yerine sığamayan yay gibiydim. Önce çantamı taktım, üzerine de montumu giydim. Böyle biraz zor oluyordu ama daha sıcak tutuyordu yine de. Komşunun oğlunun eski botlarını giyiyordum. O kaç sene kullandı bilmiyorum ama bana vereli iki sene oldu hâlâ giyiyorum. İyice yıprandı. Sağ ayakkabım yan tarafından su almaya bile başladı. Ahıra da bununla giriyorum, okula da bununla gidiyorum. Yazın giyilecek şey elbette bulunuyor ama kış olunca durum farklı. Montum sağlamdı en azından hiçbir yerinde bir şey yoktu, geçen sene öğretmenim vermişti. Çok sevinmiştim o gün. Kış henüz başlıyordu. Ben de gömlek, onun üzerine de kazak giyip öyle gidiyordum okula. Aslında vardı birkaç hırkam falan da biraz değişik geliyordu gözüme. O yüzden giymeye utanıyordum. Birkaç hafta böyle gittim geldim okula. Sadece ben değildim tabii böyle olan. Neredeyse okulun tamamına yakını gömlek-kazak ya da ince hırkalar, eskimiş montlar giyiyordu. Buraların acımasızlığı insanından mı başlıyordu acaba diye düşünmeden edemiyordum. Oturup düşününce kimseye bahane de bulamıyorsun. Yokluk insanları bu duruma getiriyor. Elindekini yıllarca kullanmayı öğretiyor. Sahip olduğun şeylerin hiç eskimemesini istemeye sebep oluyor yokluk. Elindekiyle yetinmenin ne kadar önemli olduğunu öğretiyor. Hem de hiç acımadan. Belki de bu yokluk işte bizleri okuldan da alıkoyuyor. İnsanlar, bu korkuyla büyüdükleri için tezelden iş sahibi olmanın yollarına bakıyor. Durum böyle olunca işte okul, okumak, lise, üniversite derken sonu olmayan bir yol gibi geliyor insanlarımıza. Haklılar mı haksızlar mı bilemiyorum. Zaman bakalım bu konuda ne diyecek?
İşte yine böyle zamanlardaydık. Kar henüz yağmamıştı ama soğukları iyice hissediliyordu. O gün bütün ihtiyacı olanlara mont ve bot dağıtılmıştı. Benim botum daha iyi durumdaydı. Bir ihtiyacı olan alsın diye sesimi çıkarmadım. Hatta öğretmenim çok ısrar etti ama kendime yediremedim. Almadım. Çünkü elimdekiyle yetinebilirdim, yetinmeliydim; en azından bir kış daha. Bakalım bu kış ne olacak? Yufkamdan son ısırığımı aldığımda okulun kapısından içeri giriyordum. Elim, burnum, ayağım buz tutmuştu. Yemeğimi yiyerek geldiğim için sağ elimi neredeyse kullanamıyordum. Kendimi buzhaneden çıkmış gibi hissediyordum. Sınıfa girince doğruca peteğin dibine koştum. Sırtımdan çantamı bile çıkarmadım. Peteğin başında boş yer vardı çünkü. Ellerimi üzerine koydum. Böyle soğuk ile sıcağın karıştığı o acıyı hissetmeye başlamıştım. Tabii birkaç dakika geçmedi ki çocuklar yığılmaya başladılar. Ben de iyice peteğin sağına doğru kaydım. Her gelen sıkışmaya çalışıyordu ama kimse ayrılmak istemiyordu. Herkes birbirine “Sen şu kadar kaldın, sıra bende.” dese de çare yoktu. Kimse oralı olmuyordu. Sınıfın haylazlarından Akın geldi, tam ortaya girmeye çalışıyordu. Herkesi ittiriyordu. O sırada da uygunsuz birkaç sözcük fırlayıveriyordu ağzından. Ama kimse kulak asmıyordu tabii. Sırayla herkese bir şey diyordu. Bu sırada ben iyice peteğin başına kadar gelmiştim. Cebim peteğin vanasına takılmış, hiç fark etmedim. Akın; onu itiyor; buna sövüyor derken sıra bana geldi. Kalınlaştırmaya çalıştığı sesiyle gürledi:
“Kaç lan oradan artık kaç saattir oradasın!”
Ben daha ne cevap vereceğim diye düşünürken çantamdan asılıverdi. Yüreğimi yakan bir “caaaart” sesi sınıfı doldurdu. Montumun yırtıldığını fark ediyordum ama neresi olduğunu bilmiyordum, bakamıyordum da. Çocuklar ise gülmekten yerlere yatıyorlardı. Sanki çok komikti. Hepsi de benim gibiydi işte. Üzerlerindekilerden başka giyecekleri yoktu. Bunu bile bile benimle böyle alay etmeleri de ne oluyordu acaba? Sonra gözüm sol tarafımda sallanan cebime takıldı. Birden gözlerim doluverdi. Hemen yerime geçtim. Başımı sıraya koyup ağlamaya başladım. Sınıftakilerin çoğu hâlâ gülüyordu. Hem de karınlarını tutarak! O sırada sesler bir anda kesiliverdi. Bu sefer, sınıfın soğuk duvarlarını öğretmenimizin sesi doldurdu. Başım önümde yavaşça ayağa kalktım. Ağız dolusu bir günaydından sonra hiç sesimi çıkarmadan yerime oturdum. Bu sefer başım önümdeydi ama sıraya koymamıştım. Çünkü öğretmenime büyük saygısızlık olurdu. Öğretmenimiz, masanın başında işlerini hallederken diğerleri bana bakıp bakıp gülmeye devam ediyordu. Bir süre sonra öğretmenimiz bunu fark etmiş olmalı ki kalktığı gibi yanıma geldi. O yanımda öylece durunca birden gözlerime engel olamadım. Hıçkırarak ağlamaya başladım ve sınıftaki bütün sesler kesildi. Öğretmenim, eliyle başımı kaldırmaya çalışıyordu ama ben direniyordum. Direnmeyi bırakınca göz göze geldik:
“Servetçiğim ne oldu, neden ağlıyorsun bakayım?”
“…”
“Hadi ama yapma böyle ne oldu söyle bakayım bana? Evde mi bir şey oldu yoksa arkadaşların mı bir şey dedi?”
“…”
“Hadi Servet, lütfen!”
Ben susuyordum ki yine kim olduğunu göremediğim birinin sesi sinek vızıltısı gibi geldi geçti.
“Öğretmenim montu yırtıldı!”
Öğretmenim, bunu duyunca hemen sağıma soluma bakmaya başladı. Ağlıyordum. Hiçbir şey demeden beni kaldırdı. Elimden tutup doğruca Volkan Öğretmenin yanına götürdü. Odaya girince başımı eğdim. Ellerimi önümde bağladım. Sesimi hiç çıkarmıyordum ama sessiz sessiz ağlamaya devam ediyordum. Onlar aralarında bir şeyler fısıldaştıktan sonra Volkan öğretmenim elimden tuttu bu sefer. Beni boş bir odaya götürdü. Bembeyaz dişlerini göstererek gülüyordu:
“Hadi bakalım Servet! Ağlamak yok artık, sen kocaman adamsın. Çocuk musun sen ağlıyorsun bak ne kadar ayıp! Gel hangisi sana olur bir bakalım.”
Mont seçerken çantam hâlâ sırtımdaydı. O ara çıkarmak hiç aklıma bile gelmemiş. Oradan montumu seçtikten sonra tam çıkıyorduk ki öğretmenim omzuma dokundu. Beni durdurdu. Yine aynı hoş sesiyle konuştu:
“Gel sana bir de bot bulalım ha ne dersin?”
Ne mi derim, “Allah!” derim öğretmenim “Allah!”
Tabii ona diyemedim. Biraz önceki hâlimin yerini mahcubiyet almıştı şimdi. Çok mutluydum. Bugün hem botum hem montum yenilenmişti. Artık ahıra girerken bu eskileri kullanabilirdim. Anneme söylerim, o güzelce diker bunu. Ahırda ya da başka bir yerde iş yaparken bunları giyerim. Yenileri de sadece okula gelirken kullanırım. Çok mutluydum. Hem de çok. Çok!
Sınıfa geldiğimde artık yüzüm gülüyordu. Doğruca yerime geçtim. Eskileri de bir poşete koymuştu öğretmenim. Onu da yanıma alıp sıranın altına koyuverdim. Ders boyunca sık sık kontrol ediyordum. Üzerimden montumu çıkarmamıştım zaten. Çıkarmaya kıyamıyordum. E bunu okulda giyeceğim diye söz verdim kendime. Şu anda da okulda olduğuma göre niye çıkarayım ki? Yüzüm güldükçe, gözlerimin içi gülüyordu. Recep Öğretmenimle göz göze gelince onun da gözlerinin içinin güldüğünü görüyordum. Onun sayesinde olmuştu bütün bunlar. Akın’a olan sinirim de geçti. Onun sayesinde hem botumu hem de montumu yeniledim. Ama yine de böyle bir şey olmasaydı keşke. Montum beni idare ederdi her türlü. Bunu da bir ihtiyacı olan alırdı ama artık ihtiyacı olan bendim.
Eve geldiğimde babamla ahırın kapısında karşılaşmıştık. Benim geldiğimi görünce elini belinden tutarak doğruldu. Yüzünde bir acının ifadesi var gibiydi. Ağzını açmış, gözlerini kısmış kesik kesik nefes alıyordu. Galiba çok yorulmuştu. Avluya girince adımlarımı yavaşlattım, elimdeki poşeti saklamak ister gibi arkama aldım. Ama neredeyse benden büyük olduğunu o an unutmuştum. Babam, öyle yaptığımı görünce eliyle bir işaret yaptı. Ama bu işaret gel mi demekti yoksa git mi demekti anlamadım. Ne yapacağımı bilemedim, olduğum yerde hareketsizce kaldım o yüzden. Ben de bir hareket göremeyen babam, bu sefer sinirlenerek yaptı aynı hareketi ama ben yine anlamadım. Elini bileğinden büküyordu, bir içe bir dışa doğru savuruyordu. Gel mi demek oluyordu yoksa git mi diyordu?
Hey Allah! Yine hareket etmediğimi görünce bu sefer bağırdı:
“Gelsene ulan buraya!”
Şimdi anladım işte. En baştan böyle söylesene be adam! Hemen yürüdüm. Montumun olduğu poşet hâlâ arkamdaydı. Önce üzerimdekileri süzdü. Yeni olduklarını anlamıştı muhtemelen. Yorgunluğun, acıyla birleştiği o ifade yüzünden siliniverdi. Şimdi dümdüz bakmaya devam ediyordu. Üzerimdekileri görünce poşette olanları sormadı. Hiçbir şey sormadı. Bunlar ne demedi. Ama yüzündeki o yorgunluk dağılmıştı. Bir tepki verdirebilmiştim neticede. Bu da bir gelişme sayılırdı. Ben vitrin mankeni gibi hareketsizce duruyordum. Benimle işi bittikten sonra biraz önceki el hareketini yine yaptı. Bu sefer yanında olduğuma göre git demek istiyordu. Hemen döndüm eve doğru. Poşeti yanıma aldım, sallıyordum. Kapıya inen ağır bir koçbaşı darbesi gibiydim. Ardına kadar açılıverdi kapı. Yine kapıyı arkama aldım, geri geri giderek kapattım. Annemi ilk defa sobanın başında uzanmış görüyordum. Bu sıcakta üzerine bir de battaniye almıştı. Şaşkınlığımı gizleyemedim. Elimdekileri bıraktım annemin yanına çöktüm hemen. Benim geldiğimi görünce yattığı yerden doğrulmaya çalıştı ama bunu pek başaramadı. Telaşlı bir sesle sordum:
“Anneeee, ne oldu!”
“Bir şey yok kuzum azıcık yoruldum, dinleneyim dedim!” diyordu ama bu azıcık yorulmaya pek benzemiyordu. Rengi sapsarı kesilmişti. Geçmişin aksine şimdi sık sık öksürüyordu. İnanmadım ama inanmış gibiydim. Sesimi çıkarmadım, annemin başucuna çöktüm. Beş dakika falan böylece durduk. Annem bana bakıyordu ama görmüyordu sanki. Üzerimdeki montu bile fark etmedi. Hemen anlamış olması lazımdı oysa. Sonuçta beni kendi elleriyle giydirir, giyeceklerimi kendi elleriyle hazırlardı. Öyle olmasa bile giyecek başka neyim vardı ki zaten? O yüzden kesin fark etmeliydi hele de babam fark ettikten sonra. Biraz sonra yine eğildim yüzüne kadar. Sesim daha yumuşak çıkıyordu bu sefer:
“Anne, öğretmenim bana yeni mont bir de bot verdi bak!” dedim. Yerimden fırladım botumu aldım, geldim hemen. Altından sular damlıyordu. Ortalığı mahvetmiştim. Utandım. Ama annem kızmadı sadece gözlerini açtı ve gülümsedi. Demek artık cevap verecek dermanı da kalmamıştı. Bu nasıl azıcık bir yorgunluktu? Neden konuşmuyordu o zaman? Cevap alamayınca yine devam ettim konuşmaya:
“Anne, biliyor musun ben okuyup doktor olacağım. O zaman senin neden yattığını anlayabilirim.”
Bu sefer gözlerini bile açmadı. Gülümsemedi bile. Gözlerim doldu birden. Botları attım elimden. Elimi yüzüne koydum, sobanın başında olmasına rağmen buz gibiydi. Battaniyeyi boğazına kadar çektim. Konuşmaya devam ettim, bu sefer ağlıyordum:
“Anne! Babam ne derse desin, ne yaparsa yapsın ben okuyacağım. Karşıma ne engel çıkarsa çıksın hepsini aşıp okuyacağım, buralardan çekip gideceğim. Seni de alıp götüreceğim.”
Eli, boşluğa doğru düştü, neredeyse sobaya değecekti ama oralı olmamıştı. Ben daha da çok ağlıyordum şimdi. Annem beni duymuyordu, babam hiç duyamazdı zaten. Konuşmaya devam ettim, bu sefer dediklerimi ben de duymuyordum:
“Anne, acı bana! Babam acımasız, toprak acımasız, insan acımasız; sen acı bana!”
Aralık 2020/Taşlıçay
Burak AKBAŞ
2020-12-13T21:23:19+03:00Güzel düşünceleriniz için çok teşekkür ederim. Mutlu oldum.
Esrik
2020-12-13T21:21:07+03:00Çocuğun sevincini, hüznünü öyle gerçek ifadelerle yazmışsınız ki!
İç monologlar derinden etkiledi beni. Kaleminize sağlık, baktığını pencereye sağlık. Başka öykülerde mutlaka ama mutlaka görüşmek üzere. Bekliyor olacağız.