Gözlerini kapadı adam. Ilık rüzgarı hissetti yüzünde. Mevsim değişiyordu. Kimseyi memnun edemeyen bir mevsim daha bitiyordu. Bir sonrakine devrederken mirasını, kullanıcılar heyecanlı ve memnuniyetsizliğe hazırdı.


“Peki ne istiyorsun?” dedi. Aslında soruyu sorarken biliyor gibi cevabı.


“Sadece hoş zaman geçiriyorum seninle. Seninleyken daha hoş geçiyor zaman demek daha doğru olur belki. Ya da belki sadece geçmekle yetinmiyordur zaman. Öylesine bir geçme olmaktan kurtarıp kendini”


“Başkalarıyla da hoş zaman geçirebilirsin. Neden ben?” bu kez cevabı biliyor olmanın rahatlığı yoktu sanki mimiklerinde. Çünkü yanılmıştı bir önceki özgüvenin de.


“Neden mi sen? Çünkü sadece sen sordun ne istediğimi.”


Öylece, yani sessiz ve sanki bir anlığına bulundukları mekândan uzaklaşmışçasına ki o bir an belki de daha sonsuz sayıdaki diğer anlardan daha uzun, belki de sonsuz sayıdaki anlar kadarken kaldılar. O her öğlen beraber oturdukları bahçedeki bankın üzerindeki yarım kalmış kelimeler gibi. Kim bilir bir bıçağın sivri ucundan tutun da bir tırnak törpüsünün kör ucuna kadar geniş bir yelpazeye sahip materyallerce kazınmış, sadece zamana değil doğaya da yenik düşmüş harfler gibi. Silinmiş, silinmek üzere, daha çok yeni. Ve daha hiç eyleme geçmemiş harflerin oluşturduğu, sadece yazana ait, hitap ettiklerinin hiç okumadığı o kelimeler gibi.


Orada öyle oturmuş bir kediyle sohbet ediyordu adam. Ne adam sıradan bir adamdı ne de kedi. Bankın üzerinde birbirinden bağımsız iki deli. Adam bozdu sessizliği.


“Bugün yine beklettin beni. Çok mu zor zamanında gelmek?”


“Unuttun galiba. Ben bir kediyim. Senin için geçen zamandan farklı benimki.”


Unutmuş olamazdı. Bir kediyle konuşmak, bir kediyle buluşmak sıradan şeyler değildi. Sahi ne zaman başlamıştı bütün bunlar? Çok eski gibiydi. Çok uzak. Çok karanlık. Zaman artık eski zaman gibi değildi. İçinde bulunduğu o küçük şehir, kokusunu aldığı şu tuzlu su. Her şey ne zaman başladı.


“Unutmadım tabii. Sanırım beklemekten hoşlanmadığımdan. Bu beni geriyor. Beklemeyi seven yoktur biliyorum. Ama bana daha bir zor geliyor sanki.”


“Bu biraz da ne beklediğinle alakalı sanki. Bir restoranda yemek beklerken sabırsızsındır. Açlık canlıların baskın duygularındandır. Bir an önce yemeğin gelsin istersin ve gelince de bir an önce yemek istersin. Birini beklerken bu kadar sabırsız olmak niye?”


“Birini beklemek de bir çeşit açlık bastırma eylemi sanki. Gelecek kişiyi yiyemiyor olman onu beklerken sabırsızlanmana engel mi ki? Sabırsızlanmak biyolojik isteklerin bir sonucu mudur?”


“Birini beklemek, geleceğinden eminsenle geleceğinden emin değilsene göre değişebilir bence. Sabırsızlanmana neden olan şey beklentilerine ne yanıt alacağına merakındır. Birazdan gelecek. Acaba beni tatmin edecek mi gelişi. İşte bu dürtü sabırsızlandırır seni. Ama gelmeyecek olma olasılığı ise sabırsızlıktan çok hüzün verir sana. “

...

Adam bu sabahın erken saatlerine gitti. Erkenden uyanmış. Tıraş olmuştu. Sahi neden artık tıraşına bu kadar önem veriyordu. Özenle giyinmişti. Özenle taramıştı saçlarını. Parfümünü sürmeyi unutmamak için cüzdanının üzerine koymuştu şişeyi. Ayakkabılarını akşamdan silmişti, özenle tabi. Öncesi özensizlik olan bir adama bu kadar özen fazlaydı. Dişlerini fırçalayıp çıkmıştı. Fırçalama özenleydi, çıkış sıradan. Apartmandan çıkar çıkmaz yaktığı sigara ciğerlerine dolarken sabahın soğuğuna doğru üfledi ilk nefesini. İşte o anda girmişti zihnine o minik soru işareti. Belki sabahın ayazıydı sebebi, belki nikotinin uyarıcı etkisi. Ya da her ikisi de değildi. Ama bir nedeni olmalıydı.


Bir nedeni olmalıydı. Ve bu neden her neyse, uyandığı andan şu ilk nefesi üfleyene kadar yaptığı şeylerden birinden kaynaklanıyordu. Çünkü tüm evrenin yaratılışı, çevresindeki canlı-cansız tüm varlıklar, onun hayat senaryosunun figüranları ve dekorlarıydı. Aslında onun dışında bir hayat yaşanmıyordu. Sadece onun gördüklerinden ibaretti yaşam. Şu anda kapının önünde dikilmiş çevreyi izliyordu. Her şey bir senaryoydu. Şu bakkal mesela, servis bekleyen çocuklar, aslında bu sabah ona birkaç dakika görünüp sonra kaybolacak figüranlardı.


O halde o gün neden gelmesindi ki? Neden böyle bir soru işareti düştü aklına? Her perşembe gelen kadın o gün neden gelmesindi ki?


“Birini beklemek çok zordur. Beklediğinle değil beklemekle alakalı bir zorluk bu. Bir kedi bunu anlamakta zorlanabilir.”


“Beklerken düşündüklerinle mi ilgili yani?”


“Beklerken düşünülür mü bilmiyorum.”


Kadın gelmemişti. Onun için değildi gelişi ya da bugün gelemeyişi. Ama sanki ona gelmemiş gibi hissetti adam. Öyle ya. Uyanırken mi bir hata yapmıştı acaba, kahvaltıda mı yoksa? Bütün bunlar bir senaryoysa, gelmesi gerekiyordu. Ama kadın gelmemişti. Beklemek işte o zaman bir kabus şeklinde tanıttı kendini. Aslında gelmesi gereken saat 08.3'du. Ve saat 08.30'u çok geçmişti. Artık bakmıyordu saate. Sadece geleceği yöne bakıyordu. O saatte gelmediyse artık gelmeyeceğini bile bile…


“Beklerken düşünülür. Düşünülürken bile düşünülür. Düşünme zihne besindir aslında. Düşünerek yaşarız. Düşündükçe beslenir ve yeni düşünceler üretiriz. Ve yine kendi düşüncelerimizdir bizi yaşatan ya da öldüren.”


“Bizi öldürenin düşüncelerimiz olduğunu sanmıyorum. Düşüncesizlik desen tamam. Ama düşünerek ölmek pek anlamlı gelmedi.”


“Düşünerek ölmek değil, ölmeyi düşünmek. Öldürmeyi ya da. Zihinde başlayıp eyleme geçen bir zincirin halkaları gibi.”


Peki, ama neden gelmedi? İşte bu soruydu bu sabah boyunca zihninde çalkalanan. Oysaki özenmişti. Saçına, kıyafetine, tıraşına. Neden gelmedi?


“Aslında zihnimizi soruların kurcalamasına biz izin veriyoruz. İstesek de istemesek de düşüneceğiz zaten. O halde neyi düşüneceğimize biz karar vermeliyiz. İşte bu noktada düşünce başlıyor. Şu karşıda oynayan çocukları düşün mesela. Ne kadar da mutlu görünüyorlar değil mi? İşte biz onların mutlu olmadıklarını düşünsek bile onlar yine de mutlu olacaklar. Ya da tam tersi de mümkün. Biz her ne kadar o çocuklar çok mutlu diye düşünsek de aslında mutlu olmayabilirler.”


“İşte bizi yaşatan da bu düşünceler.”


Şimdi tedirgin olma zamanıydı. Neden gelmedi? Gelmeme sebebini kendinde araması bir cevap bulmasını engelliyordu. Başka bir sebep olması ise kendisinin dışında bir yaşam olması anlamına geliyordu ki bu imkânsızdı. Çevresinde çocuklar vardı. Soru soran, cevap alamayan çocuklar. Yine de mutlu görünüyorlardı.


“İşte bu yüzden seninle zaman geçirmekten hoşlanıyorum. Sende bir yansımam var sanırım. Belki benim gibi düşünmen hoşuma gidiyor. Belki benimle birlikteyken senin de benim gibi hissettiğini düşünüyorum. Kim bilir başka insanlarla da oluyor olsaydın bu beni rahatsız ederdi. Benim dışımda bir yaşam olsaydı. Seni başka birine hoş zaman geçirtirken düşünmek beni mutsuz ederdi. Çünkü sen sadece benleyken varsın. Seni görmediğim zamanlar, sen diye bir şey yok”


“İşte bu da bizi öldüren düşünceler.”


Beklenen bir kadının gelmemesi bekleyen bir adam için dünyanın sonu olabilir. Bekleyen adamla beklenen kadının ilişkisine bir bakalım. Kaç gün olmuştu. Aslında haftalarla ifade etmek daha doğru. Beş ya da altı hafta. Haftalıktı çünkü gelişleri. Bir bekleyen varsa bu illaki adam olmalı. Adam beklemeyi bilir çünkü. Adam gibi bekler. Kadınsa beklenen olmalıdır. Çünkü her kadın beklenen olmak ister. Ki bunda da haklıdırlar. Yakışır çünkü kadına beklenen olmak. Beş ya da altı hafta. Haftalıktı çünkü gelişleri. Bir görünür bir kaybolurdu. Gündüz düşleri gibi. Hem cümleye uygun hem kelimeleri doğru sıralamayla verilirken beklenen kadına, ne kadar devrik, ne kadar kuralsız ve amaçsız ve haddinden fazla zamansız bir geliş varsa işte o gelişle gelmişti beş ya da altı hafta önce. Belki de hafta saymaktaki beceriksizliği yanıltıyordu hafızasını. Öyle ya başka yerlerde geçen zamanlar aslında geçmiyordu. Dünya onun içindi. İçindekiler de. O kadın da. Onun içinse onun olmalıydı. Ve bekletmemeliydi. Ve eğer gelmediyse sebebi kendinden olmalıydı.


“Neticede sen bir kedisin. Ve zihnimin bir ürünüsün. Gidip şu çocuklarla oynasan daha mutlu olursun. Ve sanırım birkaç kez görmüştüm seni gülerken. Kedilere özgü bir gülüş değildi. Gülüşünün bir açıklaması olmalı. Öyle ya, sıradan bir gülüş değil. Mesela o dişlerinin hepsinin görünmesi mi gerekiyor ya da illaki öyle kafanı hafif yana mı yatırmalısın? Sıradan bir kedi olmadığını biliyorum. Belki sıradan olmadığın için oturmuş benle konuşuyorsun. Ama hadi git biraz sıradanlaş. Oyna şu çocuklarla. Hanginiz daha mutlu olacak görmek istiyorum.”


“Yeterince mutlu bence onlar. Sokakta oynayabilen her çocuk mutludur demişti biri bana. Baksana ellerine, yüzlerine. Dokundukça birbirlerine bulaştırıyorlar sanki mutluluğu. Sen de çocuktun. Çevrende çocuklar var. Bilirisin çocuk olmayı. Çocuklara has o mutluluğu."


“Hatırlayamadığım kadar uzakta şimdi çocukluğum. Bu sabah yıllarca yaşlandım sanki. Beklemek uzatır mı zamanı? Yoksa bekleyince zaman durur da kişi yaşlanmaya devam mı eder?”


Yine de gözünü avına dikmiş bir kartal gibi bakıyordu geleceği yola. Birkaç yüz metre öteden başlıyordu görüş alanı. Her gelen ona benziyordu sanki. İşte şu gelen değil miydi? Girer girmez görüş alanına zaten eleniyor olsa da, içinde ona benzetme çabaları yarışıyordu. “Kim bilir daha önce giymediği bir montudur.” "Şu onun şemsiyesi değil mi? “ Hiçbiri değildi. Saat gelemeyeceği kadar geç olmuştu. Gelen herkesin gitme zamanına yaklaşmıştı. İşte bekleyen adamın içindeki o umut, beklenen kadının akıbetine dair kaygı ve içinde hüzünle eş anlamlı birkaç kelimenin daha geçtiği uzun ve vurucu bir paragraf... Sol tarafından giderek tüm vücuduna yayılan bir sızı. Ve artık kabullenmiş olmanın da verdiği gevşek ve garip bir his… Gelmemişti. Oysa adam ne kadar da çok özenmişti.


“Büyümek, çocukluk yaralarımızı kapatmaz belki. O yaralar içimizdeyse hele. Ancak acılarımız geçmişte kalmıştır. O çocukluğa dair acılar. Bir şeker için ağlayan çocukların büyüdüklerindeki ağlama sebeplerine kıyaslandığında, o zamanki tatlı şeylerin ağlama sebebi olup şimdiyse hep acılara uzanıyor olması ipin ucunun. Büyümek yaraları kapatır belki de, ki içimizde olsalar bile… Beklemek zamandan ayrılmıştır artık. Sen ya da ben. Neyi beklediğimizi önemsemeden. Kimin beklenen olduğuna karar vermeden. Beklemek ömrü kısaltmıştır artık.”


“Konuşan bir kedi yetmezmiş gibi felsefe yapan bir kedi, öyle mi?”


Oysa adam ne kadar da çok özenmişti. Durağan hayatına bir renk katan o kadını bekliyordu. Şehre anılması, anlatılması gereken bir gözle bakan bir şaire dönüştürmüştü adamı. Biraz daha doldu gözleri. Biraz daha dolması ne anlama gelebilirdi ki, biraz dolması yeterli değil miydi?


“Acılardan ve yaralardan bahseden sadece filozoflar ve şairler midir?”


“ Acılar ve yaralar. Ne kadar da kolay söylemesi. Bana dair, benden yana belki. Şimdi sen burada böylece oturmuş beni çocukluğuma taşırken -ki hiçbir yaram yok çocukluktan yana- nasıl anlatabilirim ki? Çocukluğumda değil belki ama büyüdükçe hep arttı yaralarım. Belki de bu yönde bir eğilim içindeydim. Bir yere varmak için iki yol olsa mesela, ben hep hüzünlüsünü seçtim. İkisinde de yoksa hüzün ben seçtiğime ekledim. Acılar ve yaralar… İlk acım neydi acaba? Babamın ölmesi mi? Yok yok. Babamın ölmesi bir acı değildi sanki. Hala bazen rüyamda görürüm. Sağken olduğundan daha çok nasihat eder. Rüyalarımda bile nasihat eder bana. Düşünsene kedi, bu adam bana acı verebilir mi? Ama özlemekse eğer acı, evet özlüyorum”


Biraz daha doldu gözleri. Bir kadının gelmemesi kadar basit bir neden olamazdı bu hüzün. Bütün bu olanlar aslında onun zihninin bir eseri değil miydi? Gerçeklikle tanışma zamanı mı gelmişti? Bunca soru işareti kullandığı bir metne cevaplar bulacak bir gelişmenin beklentisi içindeydi. Başka hayatlar. Kiminle olduğu merakı, kendisiyle olmadığı gerçeğini değiştirmeyecekse neye yarardı ki. İşte bunu da sordu. Ancak işaretlemedi sonunu. Cevabı biliyor olmak, cümleyi soru olmaktan çıkarırdı sanki.


“Düşünmek, beklemek ve özlemek. Sanki sona doğru yaklaşıyoruz. Biliyorsun burada saatlerce seni dinlemek, sana anlatmak istesem de bu mümkün değil. Kedilere karışmam gerekiyor. Onlarla, onlar gibi yaşamam gerekiyor.”


Gözlerini tekrar açtı adam. Çam ağaçlarının kokusunu hissetti. Bütün mevsimler bunu duyabiliyor olmak ne büyük bir şanstı.


“Eee. Cevap vermedin soruma. Ne istiyorsun?” aslında cevabı biliyordu.


Gözlerinin içine baktı adam kadının. Hep oraya bakardı. Gözlerinin içinde derin bir anlam vardı. Gözlerin sahibi bunu biliyor muydu acaba? Hazırlanmış bir cevabı vardı bu sorunun. Ama nedense diline aktaramıyordu aklından geçenleri. Belki de sadece aklında geçtiği içindi. Geçip bir yerlere uğramadan doğrudan anlatabilseydi. Hani hiç süzmesi gerekmeseydi mantık süzgecinde, hiç seçmesi gerekmeseydi kelimeleri adabınca.


“Sadece hoş zaman geçiriyorum seninle. Seninleyken daha hoş geçiyor zaman demek daha doğru olur belki. Ya da belki sadece geçmekle yetinmiyordur zaman. Öylesine bir geçme olmaktan kurtarıp kendini”


Dalgalı saçları uçuştu kadının, değişmeye çalışan mevsimin ılık rüzgârıyla. Doğduğunda bu renk değillerdi kuşkusuz. Yakışmıştı ama. Uçuşan saçlarını toparlarken, tutamadığı tutamlar düşüyordu gözlerinin üzerine. Adama hep hoş görünmüştü bu manzara. Bir tutam saç kapatırken görüş açısını, onun gözünden görmeyi istemişti hep.


“Başkalarıyla da hoş zaman geçirebilirsin. Neden ben?”


Adam sustu. Kadın sustu. Parkta eğlenen çocuklar sustu. Ağaçlarda yeni mevsimin başlangıcını kutlayan kuşlar sustu. Ilık bir esinti şeklinde kendini gizleyip yaprakları hışırdatan rüzgâr sustu. Bir sessizliğe gömüldü mekân. Bekleyen adamın zihninde canlanan binlerce düş kırıklığı ve cevaplanamamış onca sorunun verdiği acı –ki en zoru şimdi sorulmuştu- ve özenilmiş bir sabahtan kalma provasız birkaç cümle ve en sonunda yakalayabildiği birkaç kelimeyi getirip bir araya derin bir nefes alarak ki hiç anlaşılamıyorken nefes alıp verdiği dahi.


“Neden mi sen? Çünkü sadece sen sordun ne istediğimi.”