Sıcak esintileri kovaladığı sıradan bir yaz bunalımı.

Evini sırtında taşıdığı bir çantası ve gitarı omuzlarını tahriş ediyordu. 

Kaybolmuş koca bir kalbin içerisinde yankı yapan paslı bir ses bağırıyordu, 

Henüz akort edilmemiş, biraz da asabiydi. 

Yolları gelini yaptığından bahsediyordu, 

Ağustos böceği ise takım elbiseyi pek sevmediğini vızıldayarak karşılık veriyordu.

Şarkılardan ve kaçmanın yarattığı buruk bir içine kapanmışlıktan ibaretti. 

İçindeki paslı ses; esmeyi rüzgardan öğrenmesini uluyordu. 

Ağustos böceği orta parmağımı yalayıp estiği yönü arıyordu. 

Ancak güneş yeterince kanatlarının rengini değiştirdikten sonra bir nebze olsun gülümseyebilmişti. 

Bu değişimin ilk başıydı ve en zoru da başlamaktı, 

Hiçbir şarkıda yazmıyordu. 

Yeni bir kara parçası ve herhangi bir hatırası olmaması için çıkmıştı yeryüzüne, 

bir işe yaramak ve güler yüzlü olmak ön şartlarıydı. 

Değişmek ekmekti,

Vazgeçmek hasat. 

Beyninin içindeki o paslı ses; 

Sevmekten, istemekten vazgeçmekten bahsediyordu. 

Daha tiz bir çocuk sesi keman eşliğinde ağlıyordu. 

Ağustos böceği ise bu kez tepki veremiyordu. 

Diğeri bitmeden bir sigara daha yakıyordu, 

Kibritim tükenmişçesine...

 

İki büyük ulusun kavgalarını seyretmek zorunda kalmış küçük bir kız çocuğu gibiydi ada. 

Aynı zamanda bir o kadar olgun, Havva’dan hallice. 

Şimdilerde savaşta akan gözyaşları beyaz, dökülen kanlar ise kırmızı şaraba dönüşmüştü. 

Dionysos Otel, adını çok sevdi Ağustos böceği. 

Bir diğer ismiyle şarap tanrısı...

Meyillenmemek için meylenmeyi anımsatan mistik bir havası vardı. 

İçerisindeki böcekler sazlarıyla türküleriyle karşıladı. 

Otelin odasından çok enstrümanı vardı, bu da ağustos böceğinin hoşuna gidiyordu.

Sahipleri denizlerden soğumuş ve buldukları bu limana demir atmış birer korsana benziyordu. 

Akşamdan kalan dişilerden besleniyor, rom yerine de boğma rakı içiyorlardı. 

Rum mahallesi diyorlardı ve evler küçüktü, odaları dardı. 

Eski yapıyı bozmamalarının yanında sokaktaki anason kokusu gülümseyişinin dozunu çoktan artırmıştı. 

Ada sıcaktı ama suları serindi, eşitleyiciydi. 

Kalesi eskiydi, sağlamdı ve tarihi belirsizdi. 

Kedileri büyüktü, doygun ve umursamazdı. 

İnsanları hoşgörüyü meslek etmişti, ama biraz yabaniydi. 

Gün batımı romantikti, şarapsıydı ve pahalıydı. 

Ada mutlu böcekleri ağırlardı, 

çalışanları mutsuz yalnızlardı. 

Koca koca değirmenler vardı tepelerde, ağustos böceği uzaktan seyrediyordu. 

İçinden paslı bir ses 

Yitik bir savaşçı olduğumu söylüyordu. 

Çapkın bakışlar görüyordu ağustos böceği. 

Yüzündeki bıkmış duvardan sekip uçuşuveriyorlardı. 

Köşede ayyaş bir kebapçı karınca toparlamaya çalışıyordu. 

Sabahları çapaklarını birayla temizlerken

“Mokali mokali be abi” tiradıyla anlatıyordu geceden kalma kalpazanlıklarını. 

Tahta bir sandalyeye oturmuş Rum bir uğur böceği domates reçeli yapıyordu. 

Az ilerisinde uzaklara dalmış dostlarını gözleyen  kendine saki bir keyif pezevengi vardı. 

Evinden Blues müzik eksik kalmıyor, boyuna da içiyordu. 

Sahile uzanmış bir astrolog örümcek ikizler burcundan bahsediyordu. 

Nevreste de Nazım’ın bahsettiği saçları saman sarısı kirpikleri mavi bir kelebek çalışıyordu. 

Ekşimiş suratında acı bir şarap tatmışlığı vardı, yine de çok güzeldi. 

Ada’nın sarı çiçeğiydi ve güneşle çoktandır arkadaş olmuştu. 

Cildi hasar görmemiş ve tenini korumuştu. 

İçinden paslı bir ses 

Onu yollarda bulup, takvimlerden çalacağını ve 

Kolay kolay unutamayacağını fısıldıyordu kahkahalarla.  

Yanında çalışan rastafaray bir saksafoncu cırcır böceği vardı, akşamları müzik yapıp ötmeyi teklif ediyordu. 

Çalışıp para kazanmaktan mutlu ama tabiatından uzaklaşmaktan mutsuz olan.  

Otelde çalışmak için gelen ne idiği belirsiz bir ağustos böceği vardı. 

Sabahları otelin işlerini yapan. 

Sürekli geç kalkan tembel ve yapacağı işleri unutan. 

öğleden sonra denizde boşa kulaç atan. 

Bir derdi olan ama kimseyle paylaşmayan. 

Akşamüstü de verilen alkolleri ayırmadan midesini dolduran. 

Maske taksana oğlum diyene ben artık bir şeyi takmıyorum diye kahkaha atan.

Böcek ilişkilerinde kuvvetli ama 

ikili ilişkilerinde fiyasko olan. 

Herkesin sevgisini kazanıp kimseye alışmayan. 

Yakını olan herkesten bir bir uzaklaşan. 

Kendi halinde kulaklığıyla takılan. 

Hiç kimseye muhtaç olmayan. 

Düşünmeye başladığında hayallerini sarılan. 

Anılı bir şarkı çalınca tütününü saran. 

Umursamayan, ağlamayan, hayat neşesi tam olan. 

Arada bir gitarını gıdıklayan. 

Gülümsemesi eksik olmayan. 

Biralığındaki not defteriyle sarmaş dolaşan. 

Besin zincirini pantolonuna takan.

İnsanlara bakıp Fütursuzca gözlem yapan. 

Son defa gidecek olup ardına da bakmayan. 

17 yıllık yer altı yaşamını kayda değmeyen bir aşkla bozan.

Ağustostan sonra yaşamayacağını anlayan

Bu da La Fontaine'in yalanına vızırdayan.


Bozcaada anısına...