Günlerden bir gün, dünyalardan birinde, insanların birbirini sevmediği, insanların birbirine güvenemediği bir gezegende ruhunu öfkesiyle besleyen bir adam yaşarmış. Bir deri bir kemikmiş vücudu. Kalbi, Kâbil’den beter atarmış. Ceplerinde maskeler taşırmış hiç durmadan ve her gün bir tanesini yüzüne takarmış. Bazen birden fazla maske taktığı günlerde olurmuş. Bazen, bazenin fazlası zararmış...
Bu adam, ağlarken gülermiş bazı zamanlar... Lakin hiç fazla gülmekten ağlamamış. Her ne kadar bir işe yaramadığını düşünse bile elinde bir şans parası taşır, onu hiç yanından ayırmazmış. Günlerden bir gün hiç beklemediği bir şekilde, dört bir tarafı gri ile çevrili olan bir şehirde, elinde yine o şans parasıyla gezerken bir kadınla tanışmış. Kadın, parmak uçlarında yürüyor, handesiyle şiirler saçıyormuş etrafa. Adam, titreyen elleriyle ona şiirler yazıyor, bu güzelliğin karşısında maskesizmiş adeta. Kadın hiç anlatmıyormuş kendini. Adam ise onun o ürkek bakan gözlerini yüzyıllardır tanıyormuş galiba...
O adam, bendim, ağustos güzeli.
Kaybolan çocukluğumu bir ağustos akşamında o lunaparkta buldum. Dünyadan soyuttu kollarım, ben o günden sonra kendimi tüm dünyaya sarılırken buldum. Kedileri oldum olası severdim zaten. Fareleri ellerimle beslediğim olmamıştı hiç. Aynada gördüğüm bu yüze alışkın değildim, belki de ben daha önce hiç bu kadar ben olmamıştım.
O kadın, sendin, işte.
Beni coğrafyayla, şiirlerle haşır neşir eden. Yönleri bile bilmeyen bana haritaları sevdiren.
Seni gördüğüm o ilk gün anlamıştım kıymetini. Şu gezegende yalnızlığımı paylaşabileceğim tek insan sensin. Yanında maske takmadan gezebileceğim, gözümden yaşlar akıncaya dek gülebileceğim.
Sen benim diğer yarımsın, öbür yüzüm
seni dünyanın sonuna dek seveceğim
korkma, bilirsin ki ben ölümsüzüm...