AKVARYUM

İlkokuldayım güzel resim çiziyorum. Yedi sekiz yaşlarında kara kuru bir kız çocuğuyum. Alper’e âşığım. Ayşe’yi “ Alper beni seviyor” dedi diye dövüyorum.

Ortaokulda resim öğretmenimizin ince, en acıtanından bir çubuğu var. İnsanların avuçlarındaki çizgide ellerini birleştirince “Allah” yazarmış. Benimkinde “alla” yazıyor. Sözün devamı şimdi bana kafiyeli bir şiir gibi geliyor; alla sen, ne çok dayak yedim ben bir bilsen. Resim öğretmenimiz kel, şişman, gözlüklü, imanı lanet bir adam. Bir gün burnunu peçeteyle silip beni çağırıyor. “Gel bunu çöpe at” diyor. Ben yanına giderken son kez sümkürüp peçeteyi bana veriyor. İki parmağımla tutuyorum peçeteyi, henüz “imanına senin” demeyi bilmiyorum. Peçeteyi atarken çöp kutusuna sessizce “bir daha resim yapmayacağım” diyorum.

İki odalı evimizin bir odasında annem, babam uyur. Diğerinde kardeşlerimle ben uyuruz. O zamanlar hep aynı rüyayı görüyorum. Gecenin bir yarısı uyanıyorum. Yatağımızın karşısındaki duvar yok olmuş. Caddeyi görüyorum. Yolu görüyorum. Yolun karşısında çırılçıplak, deli bir adam oturmuş bana bakıyor. Rüya mı gerçek mi ayırdında değilim hala. Elimi usulca yorganın altından kardeşime uzatıyorum. Gözlerimi kapatıyorum. Açarsam adam oradadır, biliyorum. Anneme seslenmek gelmiyor içimden.

İki odalı evimizin banyosu küçük. Annem bir keresinde beni banyoya sürüklüyor. Çırılçıplak soyup çeşmeden akan soğuk suyu üzerime tutuyor. Üşüyor muyum? Bilmiyorum. Ağlıyor muyum? İllaki ağlıyorum. Neden ordayım, hatırlamıyorum. Bir sopa hatırlıyorum anneme direniyor. Gücü yetmiyor sopanın. Sıska bedenime değdikçe sopa, bağırmak istiyor ama bağıramıyor. Sopaya sessizce “bir daha annemi sevmeyeceğim” diyorum.

Annemi dinleyerek büyüyorum. Ne çok konuşuyor annem. Babam ne az konuşuyor evde. Babam sözüm ona, bu lafı da pek seviyorum. Bir keresinde bize “ben insanlığa aşığım” diyor. Vay be diyorum. İşte bu benim babam. Lisede bütün arkadaşlarım da babama âşık. Ama babamız bizi hiç sevmiyor, çirkiniz. Ben buna bir türlü inanmak istemiyorum. Hep annemin yüzünden diyorum. Annem o kadar çok konuşuyor ki babamın konuşmasına fırsat vermiyor. Ondan adamın suskunluğu. Ne erdemli adam. Kardeşlerim ile ben aldatılmaya müsait, kör sevgi dilencileriz. Annem olmasa babam bizi kesin sever.

Bir gün babam, ben ve bir arkadaşım bir arabanın arka koltuğuna biniyoruz. Bir yere gideceğiz. Nereye gidiyoruz, bir önemi yok. Niye gidiyoruz, bir önemi yok. Arkadaşım babamla benim aramda oturuyor. Otursun, ne de olsa baba benim. Babam elini arkadaşımın omuzuna atıyor. Yaşım on bir ya da on iki. Bana uzanmaya çalışıyor sanıyorum. Elini tutuyorum. “Bu kimin eli” diyor. Göğsüm kabarıyor. Benim diyorum. “Iyyy” diyor ve ittiriyor elimi. Elim önce cama sonra camdan az önce kabaran göğsüme çarpıyor. Cam irkiliyor, göğsüm çatlıyor. Bir şeyler akıyor içimden, kazağıma dokunuyorum yok, kupkuru. Elim acımıyor ama yine de ağlıyor. Elime sessizce “bir daha seni kimseye vermeyeceğim” diyorum.

Hep annemin yüzünden. O durmak bilmez çenesi olmasa. Ne çok konuşuyor annem. Babama hep “beni sev, çocuklarını sev” deyip duruyor. Her şeyden şikâyet ediyor. Hiçbir şeyden memnun olmuyor. Hiçbirinin sebebini hatırlamıyorum ama öyle çok dayak yiyorum ki annemden.

Yıllar geçiyor. Çorak toprakta kuru, sarı, solgun otlar gibi büyüyoruz kardeşlerimle. Kardeşlerime “ben asla anne olmayacağım” diyorum.

Ben asla anne olmayacağım, diyorum ama yirmi sekizimde bir adamı seviyorum. O adama elimi veriyorum. Bir çocuğum oluyor, oturup çocuğumla resim yapıyorum. Anne olduktan sonra anlıyorum anneme ne kadar çok benzediğimi. Her şeyden şikâyet ediyorum, memnuniyetsizim hep, eşimi babam yerine koyuyorum. Ona tüm ağırlığımla, hantallığımla yükleniyorum. Çocuğum uyumuyor diye içimden onu alıp duvara çarpmak istiyorum. Bunu aklımdan geçirdikten sonra anneme benzerliğim tokat gibi yüzüme çarpıyor. Söyleseler inanmam.

Bir arkadaşım doğum günümde bana küçük yuvarlak bir akvaryumun içinde iki tane balık hediye ediyor. Aradan bir hafta geçiyor. Balıklardan biri ölüyor. Annemle bir saat dilimi uzaklıkta ayrı şehirlerde yaşıyoruz. Diğer balığı götürüp anneme veriyorum. “Sen bak” diyorum. “ Uğraşamam” diyor. Sevgisiz, yüreksiz kadın diyorum tekrar. Balığı bırakıp çıkıyorum evinden.

Aradan bir yıl geçiyor. Telefonum çalıyor. Arayan annem. İsteksizce açıyorum telefonu. “Ne var!” diyorum. Ağlıyor. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor. “Ya ne var, ne oluyor!” diyorum. Annem, sevgisiz kadın. Annem bizi sevse o kadar çok dövmezdi. Annem bize hiç bakmadı, saçlarımızı taramadı, öpmedi bizi. Okula giderken beslenme çantamıza bol zıkkımlı bir domates, bir parça ekmek koyardı. Annem şimdi susturuyor beni, kalbim acıyor, sessizliğimde boğulacağım. Boğulduğumu otuz dördümde anlıyorum. Boğulduğumu, uyumuyor diye bir çocuğa kızılmayacağını, kızıyorsam çocuğumu sevemediğimi fark ettiğimde anlıyorum.

Annem telefonda hala ağlıyor. “Her gün suyunu değiştirdim, yemini verdim. Dert ortağımdı o benim” diyor. Annem bir balığın ardından gözyaşı döküyor. Ağlama o sadece bir balık, yenisini alırız, diyemiyorum. Susuyorum. Küçücük bir akvaryumda boğulan bir balığım. Balıklar ağlamaz, balıklara ağlanmaz, diye haykırmak istiyorum.

ZELAL