Balkan Savaş’ından sonra nihayet memleketi Bursa’ya dönmüştü. Köyü İnesi’ye gelince buradaki kaldırımların kıvrımlarını, ağaçların rüzgarla yaptığı müziği, toprağın kokusunu yeniden içine nüfuz etti. Henüz Harbiye’den yeni mezun olmuştu ki, savaş görmüştü. Bu savaş onun için adeta bir yıkım olmuştu. O ve arkadaşları, yıllarca birlikte yaşadığı insanları, komşularını boğazlamak, onlar tarafından boğazlanmak zorunda kalmışlardı. Köyüne içinde bir huzursuzluk ve geceleri rahat bir uyku çekmesine engel olan kabuslarla döndü.
Evine doğru giderken ilk olarak dostu, herkesin sevdiği ve güvendiği papaz Georgi Stefanov’u gördü. Georgi’nin boyu uzundu, parmakları kalın, yüzü yuvarlak ve gözleri yeşil, insana güven veren bir siması, bir gülüşü vardı. Papazlığa başlamadan önce mahrukatçılıkla[1] uğraşıyordu, insanlar onu burada sevmeye başlamıştı. Zaten zor şartlar altındaki insanlara bedava odun verir, yaşlı ve yetimleri gözetir ve çok yüksek fiyatlara satış yapmaz, neredeyse hiç kar etmezdi. Kendi anlattığına göre önceden dindar bir insan da değildi, ta ki İrena’yı bir gün çok feci pataklayıp akşam rüyasında Havari Tomas’ı görene kadar, Tomas ona ‘’ben Rabbimden şüphe ettim, sen ise yarattığı cehennemden mi şüphe ediyorsun ki, zavallı karın, yetim İrena’ya bu kadar kötü davranıyorsun.’’ demiş. O gün bugündür karıncayı incittiği görülmemiştir.
Georgi onu görünce elini sallayarak:
— Zdraveĭte[2] Ahmet.
—Merhaba, Georgi.
—Dönmüşsün şu uğursuz savaştan.
—Döndüm.
Sivri ve beyaz dişlerini sıkarak ekledi:
—Tanrının suretinde yaratılan insanlar, nasıl bu kadar nefret üretebiliyor anlayamıyorum. Niye ve neden canavarlaşabiliyor insan? Neden dünyanın güzelliklerini görmek için yaratılmış gözleri kararıyor. Ve neden ‘’yüreklerini sevindiren şarap’’ dururken kana susuyor ağızları.
—Bilmiyorum, Georgi. Ben bir askerim. Bana soracak olursan insanın doğası vahşidir. Ve güçlü olan taraf daha da vahşidir. Şöyle düşünürüm daha güçlü olan bir insan aslandır, güçsüz olan ise yaralı bir ceylan. Bu ikisini tabiata bırakırsan aslan, yaralı ceylan ile beslenir ve buna ihtiyacı olmasa bile onu öldürür ve acıkmayı bekler. İnsan da böyledir, dünya onun tabiatıdır.
Georgi, tam öyle düşünmediği konusunda bir nutuk verecekti ki Ahmet’in yeni döndüğünü anımsadı ve ekledi, ’seni gördüğüm için çok sevindim sürekli Tanrı’ya senin için ve bu kardeş savaşının bitmesi için dualar ettim. Sen evine geç dinlen peder bey ve valide hanıma selamlarımı ilet. Tanrı seninle olsun.’’
Ahmet de Georgi’ye ‘’hoşça kal’’ dedi. Vedalaşıp, ayrıldılar
Ahmet, evlerin; defne ağaçları, tükürük otu ve çan çiçekleri ile süslenmiş bahçesine tahta kapıdan girdi. İlk girdiğinde taş fırında pişen ekmeğin sıcak buğusu çarptı yüzüne, bu Anadolu genci için yuva demekti. İki katlı tahtadan bir evleri vardı. Alt katta kiler, ahir ve seyisin odası; tatlı bir gıcırtı eşliğinde çıkılan üst katta ise minderlerle donanmış salon, tahta parmaklı balkon, küçük bakır taslarla dolu bir mutfak ve iki yatak odası bulunuyordu.
Babası Sinan Bey, Nilüferin eşrafları arasında sayılırdı, burada doğmuş ve burada büyümüştü. Eğitimi için yalnızca sıbyan[3] mektebine gitmişti. Artık; elli beş yaşında, saçı sakalı beyaz, uzun boylu, kilolu, kalın kaşlı, kahverengi gözlü, sert bakışlı biriydi. Eski bir subaydı; ama eğitim görmemiş ordu içinde yetişmiş ‘’alaylı’’ bir subay 93 Harbi sırasında er iken yirmi bir yaşında subay yapılmıştı. Şu sıralarda hükümet marifetiyle görevden el ayak çektirilmiş ve yalnızca kahvehanede nargilesini içmekte ve zeytin tarlarının işleri ile zaman öldürmekteydi. Sinan Bey sinirli ve mesleğinin de verdiği tutum ile dediğim dedik bir insandı. Hatta gaddar bile sayılabilirdi. Sinan Bey hakkında köyde iyi hikayeler anlatılmazdı. O yokken sürekli kahvehanelerde işçilere çok sert davranmasından, kaba saba konuşmasından, kocamış atını koşuma vurup kamçılayarak neredeyse öldürmesinden, en çok da oğlu Ahmet’e çektirdiklerinden konuşulurdu. Ahmet, mektebe gitmek istediğinde buna şiddetle karşı çıktı ve ona, ‘’ Ben mektebe gitmedim! Orada Frenk eğitimi de almadım! Sende gitmeyecek ve gerekirse sadece bahçeler ile ilgileneceksin!’’ dedi. Ahmet anasının da desteğiyle evden kaçtı. Üç yıl süren bir eğitim ve zorlu bir savaştan sonra eve ilk dönüşü olacaktı. Babasını iyi tanıdığı için üzerinde yaramazlık yapan bir çocuğun mahcupluğunu ve tedirginliğini hissediyordu; ama diğer yandan anasını çok özlemişti. Anası ona hep ‘’kuzum’’ diye seslenirdi.
Annesi: Sabiha Hanım kare yüzlü, tıknaz, siyah gözlü, pembe yanaklı, ismi gibi hoş bir kadındı. Evlenmeden önce ailecek çok zor durumda kaldıkları ve neredeyse ırgatlığa başlayacakken, Sinan Bey ona talip olduğu için ona karşı hep mahcup ve borçlu hissederdi kendini. Aslında, babası Asım Bey hayatta olsa bu evlilik gerçekleşmezdi. Asım Bey tüccardı, genellikle tütün ticareti yapardı. Tütün ticareti için Bitlis’e uğradığı sırada Ermeni Arabo tarafından öldürüldü. Babasın ölümünden sonra, Sabiha Hanım ve annesi ticaretten anlamıyordu, zaten çok az bağ bahçe vardı; bir de üstüne üstlük alacaklılar da kapıya dayanınca durumları iyiden iyiye kötüye gitti. Bu esnada 93 Harbinden dönen Sinan Bey ile on sekiz yaşında evlendi. Kocasının yanında elleri bağlı durur, hiddetlenir diye korkar, kocası ona sert bakışlarını yönelttiğinde zaten pembe olan yanakları neredeyse kırmızıya dönerdi. Sinan Bey’in daha iyi kısmetlerle evlenebilecekken Sabiha Hanım’a talip olması, Sinan Bey’in ‘’kurtarıcı’’ rolüne ve bunun getireceğini düşündüğü üstünlüğe talip olduğu şeklinde konuşuluyordu. Anası, Sinan Bey’e karşı hiç onun kızacağı bir davranışta bulunmadı. Yalnızca Ahmet’in İstanbul’a kaçmasına yârdim etmişti ondan da Sinan Bey’in haberi olmadı.
Bazı insanlar sadece gücü sever hatta gücü seven insanlar için karıncanın üstünde kurduğu hakimiyet tatmin edici olabilir, köylünün gözünde Sinan Bey böyle görülürdü. Ahmet, avlu kapısından bahçeye girdiğinde taş fırının başında annesini gördü. Valizini kenara bıraktı, yavaş adımlar ile anasına yaklaşıyordu ki, anası kuzusunu hisseti. Annesi hızlıca ona döndü ve elindeki demiri yere fırlattı. Yüreği öyle sevinçle doldu ki, sanki çocukluğuna döndü bir an, oğlunun üzerindeki koyu mavi kolağası[4] üniformasına gururla baktı. Sonra bir elinde fesiyle, kendisini izleyen oğluna doğru koştu ve sarıldı.
—Ahmet, kuzum. Geleceğini haber verseydin. Mektup yazsaydın. Sevdiğin yemekleri yapardım.
Ahmet, üzülür mü diye düşündükten sonra tedirginlik ile:
—Anam, ülkenin hali karışıktır. Çok duramayacağım en fazla beş on gün dururum. Uzun zaman ayrı kalabiliriz, belki de hiç kavuşamayız seni göreyim, babamla barışayım, doğduğum topraklar ile vedalaşayım istedim. Babam nerede?
—Bana bir şey demez, kahvededir ya da hamamda. Baban gelince ne olacak oğul?
Ahmet, kendisi de söylediğine inanmayarak:
—Yıllar onun kalbini yumuşatmıştır.
Ana oğul beraber tahta merdivenlerden üst kata çıktılar. Ahmet fesini yanına koyup, üniformasının kemerini çözdü, tahta parmaklı balkonun en uçundaki mindere oturdu, hava sıcaktı. Annesi ona çay yapmıştı, tepsiyle beraber minderin yanındaki masaya getirdi ve içtiler. Çay içtikten sonra annesi mutfağa gitti. Ahmet, yol yorgunuydu, uyumak istemiyordu; ama gözleri yavaş yavaş kapanmaya başladı ve kapandı.
Ahmet, kendini Vizani kırlarında buldu. Gözünün görebildiği her yer uçsuz bucaksız dağlar ile çevriliydi. Önünde küçük bir kız vardı, daha altı yedi yaşlarında, elinde boyu kadar sopasıyla koyunları güdüyordu, sürüsünde tatlı kuzular da vardı; iki tane köpek ve yavruları, dağların arasında gördüğü çimenler, yandaki dere ve gür yapraklı ağaçlar burasının çok güzel bir manzarası vardı. Mektepte gördüğü manzara resimlerine benziyor, en çok da Hoca Ali Rıza’nın tablolarını anımsatıyordu ona… Küçük kız geliyor yanına, yanakları tombul gülümsüyor ona, tatlı bir şive ile konuşuyor, ona ikramlarda bulunuyor. Sonra tahta ile yükseltilmiş evlerden birinden bir ses yükseliyor. ‘’ Alesia, kızım bu kadar gütmen yeter hayvanları eve getir.’’ Daha sonra birden önce kulübe kayboluyor sonra el sallayarak kızını çağıran annesi, sırtı dönük eve doğru ceylan gibi seken tatlı kız kayboluyor, dağların arasına bakıyor yavaş yavaş çimenler kurak topraklara dönüyor, beyaz bulutlu gökyüzü kızıllaşıyor, kuşların ve ırmağın sesi kesiliyor. Her yer çok sessiz ve ıssız oluyor, öylece tek başına duruyor hiçlikte. Birden gök yarılır gibi ses geliyor ve yüzlerce top aynı anda patlamaya başlıyor.
— ‘’Ahmet eğil!’’ diyerek biri kolunu tutuyor istihkâmın içinde.
—Kız nerede?
—Ne kızı?
—Küçük kızı diyorum, burada çobanlık yapıyordu.
—Burada kız falan yok savaştayız Ahmet! Kendine gel!
—Ne savaşı demin burada kız vardı, ona ne oldu?
—Yunan ile savaştayız kız da yok.
—Kız da Yunan’dı. Adı Alesia idi.
Tam bu sırada anası biraz da telaşla:
— Uyan, oğlum! - dedi ve onu dürttü.
Ahmet, terler içinde ve ürpererek kalktı. Etrafına bakınıyordu siyah gözlerinin içi, uzun zamandır iyi bir uyku çekmeyen insanların ki gibi kanlıydı.
Sabiha Hanım:
—Oğlum kâbus neyim mi gördün? Terleyip sayıklıyordun.
—Yok bir şey anacığım. Güneşte uyumak çarpmış olacak.
O, Vizani müdafaasını hatırlıyordu. Anımsayınca bile içine bir ürperme geldi. İaşe yoktu askerler aç biilaç soğukta titriyordu, şapka ve miğferlerde biriken karlar, çenenin altında sakallarında oluşan buzlar ve en kötüsü her yerden gök gurultusu gibi ses çıkartan, patlayan toplar ve dağılan mevziler. ‘’Neyse’’ dedi. Hayatının bu dönemimi ne kimseyle konuşmak istiyordu ne de anımsamak.
Bunlar yaşanırken, Sinan Bey içeri girdi. Her eve girişinde kapıdan adımını atar atmaz sanki evin içinde bir düşman olma ihtimali varmış gibi etrafı bir kolaçan eder, sonra yabancı bir ses var mı diye kulak kabartırdı. Rutinini gerçekleştirirken oğlunun ölgün bir ses ile ‘’yok bir şey anacağım’’ dediğini duydu. Nargile tüttürmekten sararmaya başlamış bıyığını burarak, biraz düşündü. ‘’Acaba hangi yüzle kaçtığı avludan bana sormadan girebiliyor?’’. Sonra öfkeli bir ses ile ‘’ Sabiha!’’ dedi. Ahmet, gözleri yere bakarak hafif başı öne eğik saygılı bir şekilde babasının elini öpmeye geliyordu ki, Sinan Bey sağ elini omzu hizasına getirip parmaklarını öfke ile sallayarak, ondan uzaklaşmasını istedi. Ahmet içinde azıcık da olsa umut filizlenmiş her insan gibi kırıldı ve geri çekildi. Sinan Bey kilosunun da verdiği heybet ile tahta merdivenlere kırmak istercesine basıp, kendisini yukarıya attı, minderine oturdu, tahta parmaklı balkonundan sol kolunu uzattı, başındaki fesi kenara bırakıp ‘’Sabiha çay ve nargile getir!’’ diye bağırdı. Sabiha Hanım, alüminyum çay tepsisini titremesini belli etmeden getirmeye çalışıyordu, tepsiyi dikkat çekmekten çekinerek usulca önündeki masaya bıraktı. Tam oradan ayrılmak üzereyken Sinan Bey öfkeyle:
—Niye gelmiş kaçtığı yere ha! Sen ne yaptın, yüz mü verdin yoksa! Unutma hanım seni de dinlemiyor bu oğlan. Sen ona evlen, bir yuvan olsun Allah’a şükür halimiz vaktimiz yerinde dedin. O, seni de dinlemedi!
—Bey gençtir yapma. Savaş var, haller karışık demiş, gelmiş. Zaten duracağı üç dört gün sen de mazur gör.
—Bir evi olduğu yeni mi aklına gelmiş. Öyle ya ‘’Abanın kadri yağmurda bilinir.’’ -dedi. Ve ekledi, ‘’ gözüme gözükmesin!’’ Sonra da elinde tuttuğu İkdam gazetesinin sayfalarını karıştırmaya koyuldu Sinan Bey.
Ahmet kararsız bir şekilde düşünüyordu. Acaba gitmeli miyim? Ruhum ve üzerimdeki üniforma bu hakaretleri kaldırmaz; ama annem var, babamla az da olsa iyi olma ihtimalim var, Henüz tüm dostlarımı da göremedim.
O, babası ne kadar sinirli olsa da onu seviyordu, şimdi kalbinden uza olsa da önceden bu köyde bir kızı da seviyordu. O kızla şöyle tanışmıştı: Rum arkadaşı Alekos ile ava gitmişti. O gün iki arkadaşın canları tavşan eti çekmişti. Alekos iyi nişancıydı, bu sayede hızlıca avlandılar, bir güzel kestiler eti, ateşi yaktılar ve oturup geniş çimenlerde afiyetle yediler.
Alekos, Ahmet’e ‘’avı ben yakaladım, bıçağımı sen temizle’’ diye takıldı. Ahmet hemen yandaki pınara gitti. Tam işini bitirdi geri dönüyordu ki Kar tanesi, Boncuk, Alakoyun diye seslenen tiz bir kız sesi duydu. Ses çok neşeliydi, sanki köydeki bir kır düğününde tüm çocuklar oynuyor gibi neşeliydi. Daha önce hissetmediği bir şey oluyordu, sanki bir kuvvet istemsizce onu sese doğru çekiyordu, daha sonra başını kaldırdı Ahmet. Türbanını çıkartmış, kuzular ile oynuyordu kız ve gülüşündeki neşe sesindekinden daha fazlaydı. Ahmet belki de ailesinde kimse gülmediği için belki de gülmek, tebessüm etmek Ahmet’e çok masum geldiği için her gün aynı pınarın başına gitmeye başladı. Sadece o kızın gülümsemesini dinlemek için. Bu işi gizlilikle yürüttüğünü sanıyordu fakat arada uyuya kalıyordu. O uyurken birkaç defa onu gören kız anlamıştı, zaten onun da yaşı gelmişti ve yöre insanları hep erken evlenirdi, köylüye göre kadının başka görevi yoktu ki zaten çocukluktan beri evlenmek üzerine kurulmuş bir saattiler sanki, Ahmet’te yakışıklı çocuktu. Çoban kız, Ahmet’e bir oyun oynadı, tarlasındaki mısırın koçanını aldı ve koçana yağ sürdü, sonra koçanı kömürle siyaha boyadı. Ahmet uyurken onun üstüne bıraktı ve onu da bir çalı ile dürterek uyandırdı. Ahmet çığlık atıp, koçan ile boğuşurken o kahkaha atıyordu. Ahmet bunun yılan değil de bir koçan olduğunu anladığında beraber gülmeye başladılar. Beraber gülmek, birbirlerini uzun zamandır tanıyorlarmış gibi yakınlaştırdı onları. Artık her gün hayvanları otlatmasına yardım ediyordu ta ki askeri mektebe gidene kadar, gitmeden önceki gün söz vermişlerdi birbirlerine, mektep bitince evleneceklerdi. Mektebin ilk yılı mektuplaştılar birkaç ay. Daha sonra mektup gelmez oldu. Ahmet köye dönmek istedi; ama geri gidemezdi, çünkü bir işin uçundan tutmadan geri dönerse, bir daha mektebe dönememekten korkuyordu.
İkinci yıl bir mektup geldi. İçindeki birkaç satır Ahmet’in içinde oluşan ilk kıvılcımı söndürdü:
Ahmet cesaretimi toplayıp yazamadım eğer sende art artta yazmamış olsan, ben yine yazmayacaktım. Köyümüzü bilirsin bu yüzden ben sözümü tutamadım ve evlendim. Allahaısmarladık…
Çoban kız, ona son vedasını böyle etmişti. Bundan sonra bu mektepli için bu kıvılcımı hatırlamak acı bir tebessüm ve iç burukluğu demekti. Ahmet’in garip bir huyu vardı. İnsanlar ona karşı kötü bir şey yaptığında, onlar yerine bahaneler üretirdi: Babası öyle görmüştü, kızınsa yaşı gelmişti. Böyle avutturturdu kendini her insan gibi kendi kendine sarmaya çalışırdı yaralarını…
Ahmet, odası üst katta olmasına rağmen, babasını sinirlendirmemek için aşağı kata Seyis Mehmet’in yanına gitti. Mehmet otuz iki yaşında henüz saçı sakalı yeni kırlaşmaya başlamış, kasketini ters giyen, sürekli hayvanlar ile uğraşmaktan kolları, vücudu ve merhameti güçlenmiş birisiydi. Seyis odasının tahtadan basık bir tavanı vardı. Bu yüzden zemin, kapıdan daha aşağıda kalıyordu. Ahmet, kapıdan içeri ayağını atar atmaz neredeyse düşecekti. Düşecek üzere olması ona zemin ile kapının arasında yarım metreden fazla mesafe olduğunu anımsattı. Buraya çok uğramazdı; fakat her girişinde düşecek gibi olurdu. Odanın içerisinde; yalnızca küçük, maviye boyanmış bir köy penceresi bulunuyordu ve az da olsa oda oradan biraz ışık alıyordu. Ayrıyeten odada bir tane tahtadan yatak, bir tane tahtadan masa ve masanın üzerindeyse mumlar vardı.
Ahmet, odada aydınlanmak için sadece mumları görünce, biraz da şaşırarak sordu:
— Mumlar? Gaz lambası yok mu?
—Ağam lüzum görmedi. İhtiyacım da yok beyim, hava kararana kadar çalışıyorum… Sonra da odama geçince yorgunluktan hemen uyuyorum. Beyim siz yatağa geçin, ben yere bir minder atar, orada kıvrılır ve uyurum.
Ahmet, Mehmet’le az da olsa muhabbet etmek istiyordu. Hatta sürekli kabuslar gördüğü için uyumayı hiç istemiyordu; ama bugün bedeni o kadar yorulmuştu ki, seyis yere minder atıp yattıktan sonra, yorganını üzerine çekti:
—Mehmet, kusura bakma hiç hâl hatır soramadım sana; fakat çok yorgunum ve uyumak istiyorum. Yarın konuşuruz olur mu?
—O nasıl söz beyim, Allah rahatlık versin.
—Sana da Allah rahatlık versin.
[1] Ar. Odunculuk.
[2]Bulg. Merhaba.
[3] İlkokul.
[4] Yüzbaşı.