Fikri Bey’in üç oğlu vardı: Mustafa, Ekrem, İhsan. Ekrem en büyükleriydi, kent pazarın da kalaycılık yapardı. Ortanca oğul Mustafa’ysa Behram ağanın zeytin tarlarında çalışacak işçileri ayarlardı. En küçükleri İhsan, köylüler ona Tilki İhsan derler; çünkü hiçbir iş güçte çalışmaz, kimse ile anlaşamaz yine de  kahvehanesi olan babasından aldığı paralar ile keyif çatardı ve hep şöyle derdi ‘’Ben bir gün ağa olacağım.’’ Anneleri Melek Hanım iki yıl önce vefat edince, babaları genç yaşta dul kalmış olan Seher Hanım ile evlendi. Fikri Bey’in en büyük şansı üç tane erkek çocuğa sahip olmasıydı. Bu dönemlerde Anadolu’da en çok erkek nüfusuna ve silaha sahip olan hane istediğini yapmaktaydı. Atalarımız bile aza sorduklarında: "Nereye?", "Çoğun yanına" dememmiş miydi?

           Güçlü olan, bir yer beğenir ve hanesinde erkek olmayan veya artık tek kendi kalmış yaşlı erkeklerden zorla istediğini alırdı. Bu isteklerin ne sınırı olurdu ne de sonu! Güçlü olan taraf istediği kişilerin tarlasını alırdı, koşum hayvanlarını alırdı, evini ahirini, neyini beğendiyse hatta eşini kızını bile kaçırabilirdi. Her zaman olduğu o zamanlarda da eğer güce sahipsen hak, adalet ve hukuku da yanına alırdın. Zaten güç elmas görünümlü bir mıknatıs değil midir? Ona isteyerek bakan herkesin gözünü kamaştırır, onu hipnoz eder, kendine çeker, çok fazla yaklaştığında ise merkezde güç sahibini görürsün; ama güç sahibi seni yanından en az yirmi metre mesafedeki bir uzaklıkta tutar, sana daha fazla yaklaşabilmen için ona çalışmanı ve onun geçtiği kirli yollardan geçmeni öğütler. Öğüte uyan çoğunluğun binde birinin şansı yaver giderse güce ulaşır ve onu zorla zapt eder, kimse gücü paylaşmak istemez, onu ancak zorla alabilirsin. Öğüte uymayan azınlığın gözlerinin kamaşması geçer, güce giden yoldaki haksızlıkları, eşitsizlikleri fark ederler ve fark edenler arasındaki azınlığın azınlığı buna müdahale etmek ister… Adaleti sağlaması gereken makamlara müracaat etmek ister ama gözlerini kısarak bakınca o makamların da gücün hemen yanında olduğunu fark eder…

Fikri Bey’de böyle görmüştü, bir evin tek oğluydu. Babasının yaşlığı zamanında dünyaya gelmişti. Çocuk yaşta iken babasının mallarının yağma edilişine arazi ve tarlarının güç sahipleri tarafından ‘’peşkeş çekilmesine’’ tanık olmuştu; ama elden ne gelirdi ki? Her şeyin ölümün, ulusların yükselişi ve düşüşünün, mevsimlerin ve hasattın zamanı vardı da insanın neden olmayacaktı? O bekliyordu. Oğlu Mustafa ile Ekrem olgunluğa erişince başta en güçsüz gördüğü kişilerden babasının topraklarının hesabını sormaya başladı. Bir süre sonra mücadele etmekten sıkılmıştı, insan ne garip değil mi kazandığı mücadeleden bile sıkılabiliyordu. Düzeni olsun istiyordu ve tabii oğullarının da düzeni olsun istiyordu. Bu yüzden hedefini zamanında babasına çok çektirmiş olan Arnavut göçmeni kahvehaneci Ardi’ye çevirdi.

Ardi’nin kahvehanesi Fikri Bey’in babasının gasp edilen yerinin üzerindeydi ve çok iyi kazanç getiriyordu. Burayı ele geçirebilirse, Fikri Bey ve oğulları bir daha eşkıyalık benzeri bu kabadayılığa ihtiyaç duymayacaktı. Ardi esmer, boyu üç endaze, kuvvetli iri yapılı, Arnavut damarı atardamarından daha fazla çalışan, sinirli, köyde anlatılana göre tek seferde bir kuzu yiyip, bir kavgada aynı anda üç adamın pestilini çıkartabilecek biriydi. Fikri Bey ise kararını vermişti, Ardi’nin dükkâna girdi ve kararlı adımlar ile Ardi’nin yanına doğru yürüdü, Ardi’nin oturduğu masadan bir iskembe  çekti, yavaşça oturdu, omuzları ile Ardi’nin bulunduğu yöne doğru eğilerek:

—Buraya hiç gelmezdim ve niçin geldiğimi biliyorsun?

Ardi sinirli bir şekilde dişlerini sıkmaktan, zor çıkan sesiyle:

—Niçinmiş beyzadem?

—Çünkü burası benim babamın ve sen benim hakkımı gasp ettin!

Karşısındakini daha fazla öfkelendirmek isteyen insanların yaptığı gibi umursamaz ve kayıtsız bir ses ile:

— Öyle mi?

Aslında öyle olduğunu kendisi de çok iyi biliyordu. Arnavutluk’tan ailesi ile buraya göçtüklerinde babası ve iki ağabeyi henüz sağaydı. Buraya bir toprak sahibinin yanında çalışmaya eğer şanlıysalar da ileride bir yere sahip olma hayali ile gelmişlerdi. Kimse yurdunu sebepsiz yere terk etmek istemez. Onlar terk etmeye mecbur kalmışlar, İşkodra’da ticaretle uğraşırlarken, Arnavutların direnişinde silah ticareti yaptıkları için dükkanları yıkılmış yakılmış ve artık orada barınamaz hale gelmişlerdi. İnesi’ye geldiklerindeyse buradaki fırsatı değerlendirip arsaların üzerine çökmüşlerdi. Ne var ki artık ne ağabeyleri ne de babası kalmıştı. Ardi’nin kendisinin de bir oğlu yoktu sadece kızı Hanife ve o vardı.

Fikri Bey sıktığı yumruklarını masaya ara sıra vurarak:

—Öyle. Sen bu durumu düzeltmezsen ben düzeltmeyi bilirim.

Ardi iskembesinden hızla kalkarak,

—Düzelt de görelim!

Fikri Bey, biraz Ardi hakkında söylenenlerden çekinerek biraz da gerek duymayarak olayı burada kapattı. Uzaklaşırken yanındakiler onun şöyle dediğini işitti. ‘’Göreceksin, Ardi Bey.’’ Fikri Bey olayı uzatmayarak akıllık etmişti. Akıllıca davranmasınaysa arkadaşının askerdeyken ona anlattığı bir hikâyeye borçluydu. Bir gün arkadaşı ile sırtlarını istihkâma dayayıp tüttürürlerken, arkadaşı derin bir tütün çektikten sonra, muhabbet oldun diye:

— Fikri, filleri nasıl eğitirler bilir misin?

—Bilmem.

—Fikri, filleri ilk önce henüz yavruyken alıkoyarlar. Daha sonra ağaç veya herhangi bir şeye onları ayağından bağlarlar.

—Ama fil ipi koparır öyle değil mi?

—Aslında, koparır; ama yavru olduğu için ayağından bağlandığı ilk dönemde buna gücü yetmez. Büyüyünce koparabilir mi ne dersin? Eğer doğru tahmin edersen sana tütünlerimi veririm.- diye takıldı.   

Kendinden müthiş bir şekilde emin olan Fikri Bey:

—Koparır tabii! Bu da soru mu?

Arkadaşı bir kahkaha patlattıktan sonra:

—Hayır, Fikri. Koparamaz; çünkü yavruluğu sırasındaki sayısız teşebbüsü onun başarabileceğine olan inancını yitirmesine neden oldu. Artık küçücük bir ayak hareketiyle yapabileceğini yapmıyor, yapamıyor. Çünkü onu bağlamanın amacı ne köpeği bağlamadaki ne sığırı bağlamadaki amaç ile aynıdır. Bu hayvanları zapt etmek için bağlarsın, bir şekilde kendini iplerinden kurtarabilirse kaçabilirler ya da sana veya başkasına saldırabilirler, desteklerinden kurtulmaları yeterlidir ama filin ayağındaki ipin dayanağını çözsen bile onun için sadece ayağında ipin olması önemlidir. Ayağında ip olduğu sürece öylece durur hareket etmez. İnsanın hatta toplumların korkuları da tıpkı filin ayağındaki ip gibidir. Korkuları, onların gelişmesini engeller, onların hareket etmesini engeller ve en önemlisi nedir biliyor musun onların hareket etmeyi düşünmesini engeller. 

           Fikri, bu konuşmayı hatırlayınca hem kavgasız, gürültüsüz bu işi çözmenin hem de bu işi çözmekle düşmanlıların ya da olası rakiplerinin inancını kırmanın bir yolunu düşünmeye başladı. Bir insanı nasıl alt edebilirdin? Onun direncini ne kırardı? Hele de böyle korkusuz bir insanın…Ardi’nin bir kızı vardı adı Hanife, tek çocuktu, köydeki diğer kızlarının aksine babası ona değer verirdi. Fikri Bey planını Hanife konusunda yoğunlaştırmaya karar verdi. Onun hayatındaki tek değerli şeyi elinden alacaktı. Hanife’yi öldürmeyi tasarlıyordu; ama bunu yaparsa Ardi’yi alt etmekle beraber onu çıldırttır ve kendi ile oğullarının başına büyük bir iş açabilirdi.

           Bu konuyu oğulları ile konuştu. Büyük ve ortanca oğlu masa da bir o yana bir bu yana dönüp durdu. En sonunda hepsi zihnini zorlayan insanlar gibi ellerini saçlarının arasında sert sert dolaştırdılar; ama bir sonuç çıkmadı. Tam bu sırada Tilki İhsan:

— Ben bekarım. Eğer Hanife’yi kaçırırsam kızın isteyip istemediği önemli olmaz ve bana kızını vermek zorunda kalır.

İhsanın düşüncesi Fikri Bey’e kendi uçuk fikirlerinden daha uygun göründü; ama hâlâ tedirgindi:

—Peki, sonra ya sana bir şey yaparsa?

 Kendisini ailenin en zeki üyesi olarak gören İhsan, onlardan üstün olduğunu düşündüğünü belli eden alaycı bir sesle:

—Bana mı? Bir şey yapacağı en son kişi ben olacağım. Baba, senin kızın yok belki o yüzden anlamıyorsun; ama ben onun kızını kaçırdıktan sonra beni damadı olarak görmeye mecbur kalacak ve kızını önemsiyor ise isteklerimize uyacak!

           Sonra dağıldılar. İhsan bu işi nasıl yapacağını düşünmeye başladı. Dışarı çıkınca kimse görmeden halletmek gerek bu işi, fark edilmeden uzaklaşmak, birkaç gün ortadan kaybolmak; ama nasıl diye söylenirken aslında düşünmeye bile gerek olmadığını anladı. ‘’Kim bana, bize bir şey yapıp diyebilecek. Akrabası bile olmayan bir kız için ‘’ diye karar kıldı. Bir arkadaşını erketeye yatırdı ve beklemeye başladı. Elbette su almaya veya çamaşır yıkamaya dereye gidecekti. Bekledi… Bekledi… Bekledi…Bir süre sonra sarı saçlı Hanife elindeki ibriklerle sokağa çıktı. Hanife üzerinde yoğunlaşan planları aslında onda gözü olduğu için bu noktaya getirmişti. Düşmanlarının kızını isteyecek veya istetebilecek hâli yoktu. Hanife, çeşme başında ibriklerine su doldururken, getirdiği bez parçasıyla ağzını kapadı. Ve onu ata attığı gibi Ayvaini mağarasına doğru kaçırdı.

           Ardi, kahvehanede dama oynayan müşterilerini izliyordu. Birden kapıdan kafasını uzatan birisi:

— Ardi! Kızını kaçırdılar!

Ardi, neye uğradığını şaşırdı kızı hayatta onun tek ve en değerli varlığıydı. Oyun izlemeyi bıraktı ve koca cüssesine rağmen kapıya kadar koşup, habercinin yakasına yapıştı:

—Doğru konuş be adam! Kim kaçırır benim kızımı! Buna kim cesaret edebilir!

—Fikri’nin oğlu Tilki İhsan.

Ardi cevabı duyduğu an bir hışım ile kahvehaneden çıktı. Bir solukta Fikri Bey’in evinin önüne geldi, tahta kapıyı elleri kanarcasına yumrukladı, kapıyı açan Ekrem’i bir yumrukla yere indirdikten sonra bağırmaya başladı, ‘’Nerede o! Kızım nerede!’’ en vahşi hayvan bile evladını sağ salim görmek isteyen bir babadan daha saldırgan ve korkutucu görünemez, Ardi etrafına korku saçıyordu. Ardi’nin yanına kimse yanaşmıyordu o da her yeri arıyor her yere bakıyordu. Ahıra, odalara, bahçeye her yere baktı; ama kızını bulamadı. Hanife’yi bulamayınca Fikri Bey’in yakasına yapıştı:

—Ya kızımı bana getireceksiniz ya da öleceksiniz!

—Ağır ol ne malum kızının isteyerek kaçmadığı.

—Dün gelip beni tehdit ediyorsunuz ne hikmetse kızım kendi isteği ile bugün kaçıyor bundan âlâ kanıt mı olur!

—Benim hiçbir şeyden haberim yok! Defol git evimden! - diye bağırdı Fikri Bey. 

Bu söz üstüne Ardi’nin gözü döndü, o kadar çok öfkelendi ki kan, kalbini zorlamaya başladı. Kendisini iyiden iyiye kaybetti ve Fikri Bey’i itti, onu düşürdü, o yerde kendini muhafaza ederken ona tekmeler savurmaya başladı. Bunu gören Ekrem babasını kurtarmak için Ardi’nin kafasına kürekle birkaç defa vurdu. Kürekle kafasına vurulmasıyla beraber koskoca adamın yere yığılması bir oldu. Ekrem yere yığılan Ardi’nin nabzını ve soluğunu korkarak kontrol etti. Artık ne nabzı atıyordu ne de nefes alıyordu. Çok şey hasır altı edilebilirdi; ama cinayeti hele ki böyle gündüz vakti yaşanmış, dün ile başlayan bugün böyle sonuçlanan olaylar silsilesine bağlı cinayeti hasır altı etmek çok daha zordu. Birinin yanması gerekiyordu, biri yanacaktı…

           Kavga etmek, tartışmak, küfretmek, bunların hepsi birbirlerinden farklı şeylerdi. Hatta çoğu zaman zevk veren insanı rahatlatan şeyler; ama bir insanı öldürmek, biraz önce nefes alırken onun son nefesine sebep olmak, çektiği havayla şişen karın ve göğsünün hareketlerine son vermek. İşte bu her insanın kaldıramayacağı bir yüktü. Ekrem olduğu yere yığılıp sanki delirmiş gibi elleriyle saçlarını yolmaya başladı. Soğuktan titreyen insanlar gibi zor nefesler alarak:

—Babaaa…. Ben…. Ben…. İsteyerek yapmadım! Ne olduğunu anlamadım! Kendimi kaybettim! Ben…. Ben… Yalnızca seni korumak istemiştim.- diyerek ağlamaya başladı.

Fikri Bey oğluna sarılarak ‘’biliyorum, bu işi ben çözeceğim’’ dedi. Hafif  bir rüzgârın ağaç yapraklarını salladığı, küçük kızların kaldırımda oynadığı, pazar yerinde insanların biraz daha kazanmak için gırtlak patlattığı normal bir günde yine bir masum işlemediği bir günahın, ağır işçiliğini yapacaktı.

Fikri Bey için bu önemli değildi. Ona göre dünyada yalnız güçlü ve daha güçlü insanlar vardı. Dünyaya bir besin piramidi gözüyle bakıyordu, daha güçlü olabilmek için kendi bulunduğu noktada olan piramidin altındakileri sürekli ve mümkün olduğunca sömürmeliydi yoksa aynı noktada kalırdı. Gelişmek ve büyümenin şartı buydu! Bu eskiden beri gelen bir dürtü değil miydi? Silahlar er meydanına çıkmadan önce hangi halk daha kalabalık ise az sayıda olanı mahvetmez miydi? Fikri Bey’de güçlü olanın güçsüze karşı tutumunu sınırlayan vicdan ve hoşgörüden eser yok gibiydi…

Suçu işçilerinden birisi üstüne aldı, karşılığındaysa ailesine biraz para verildi…

 İhsan içinse Hanife’yi kaçırdığı gün hiç iyi geçmemişti. Ardi’nin kızı Hanife sandığı gibi uysal çıkmamıştı. Onunla uğraşmak ve boğuşmak zorunda kalmıştı. Bu boğuşmanın anısıysa yüzündeki tırnak iziydi. İhsan, mağarada bir gece geçirdikten sonra babasının yolladığı haberciyle Ardi’nin öldüğünü öğrendi; ancak hemen yola çıkmaktan çekinerek gözüne uyku girmeden bir geceyi daha mağarada geçirdi. Sabah uyandığında artık gitme vaktiydi. Planının kötü gitmesinden duyduğu hayal kırıklığı, mağarada geçen günlerin yorgunluğu, elbiselerinin eskimiş olmasıyla daha da perişan görünen İhsan, eve vardı.

Evin geniş bahçesi tıpkı bir mahkeme salonunu anımsatıyordu. Bahçedeki masaya doğru ilerledikçe bahçe daha da çok mahkemeye benzemeye başlamıştı. Tahta masanın ön tarafında oturmuş babası kadı, yanında duran ortanca abisi Mustafa kadıdan bu zorlu mahkemede bir şeyler öğrenmek için yanında duran naibi, yanına oturduğu abisi Ekrem davacı, kendisi ise davalı gibi görünüyordu. İhsan oysaki gerçek bir mahkeme kurulsa hepimizin yargılanması gerek diye düşündü. Gerçek bir mahkeme kurulsa, işte o zaman şüphesiz babasının canını kaybetmesine neden olduğumuz hıçkıran şu kız davacı olurdu bizden ‘’canavarlar!’’ diye bağırırdı bizlere. Ne istediniz bir baba bir kızdan, diye hesap sorardı. Zavallı yetim kız hâlâ bu dünyada adalet olduğuna inanıyor gibiydi. Sessizliği kadı bozdu:

 — İhsan! Senin yüzünden düştüğümüz şu hale bak. Abini görüyor musun? -elleriyle Ekrem’in kan çekilmiş, beyazlamış yüzünü göstererek- Hani Ardi bir şey yapamazdı, öyle demiştin. 

İhsan gülümseyerek:

—Ben size kimseyi öldürün demedim, -dedi. Tabi ki her insan gibi bir tepki verecekti; fakat sonucunun bu noktaya gelmesi sizin suçunuzdur. Eğer siz biraz huyuna gidebilseniz veya onu biraz sakinleştirip bu işten haberinizin olmadığına ikna edebilseniz böyle olmayacaktı, bir insanın elindeki tek akrabasını alıyorsunuz ve hiçbir şey yapmamasını bekliyorsunuz. Bu nasıl bir safdilliktir?

Kardeşini biraz nefret biraz da sabırsızlıkla dinleyen Ekrem, yumruğunu masaya vurarak bağırdı:

—Safdillik mi! Bu fikri ortaya atan sensin, buradan uzaklaşan ve giden sensin, -yumruğuyla Hanife’nin olduğu odayı göstererek- bu işten karlı çıkan sensin, sonucun olumsuz olmasından sorumlu olan biziz öyle mi? Hayır efendim, yok öyle mükâfatı almak. O zavallı kıza bir miktar para vereceğiz, o memleketine gidecek belki bir akrabası falan vardır, belki de kederine iyi gelecek dostları vardır.  

İhsan abisinin sözlerine çok sinirlendi:

—Ne oldu bir anda yufka yürekli mi oldunuz! Yoksa derdiniz benden intikam mı almak? Sizi iyi tanıdığım için intikam almaya çalıştığınızı düşünüyorum! Eğer böyle bir şeyi bir daha teklif dahi ederseniz beklendiği gibi sonuçlanmayan planlarımı sizin için yaparım!

Bu tehdit sonrasında bağrışmalar öfkeden seçilmeyen cümleler duyuldu. Babaları kardeşlerin arasındaki bu tartışma daha fazla uzamasın diye aralarına girdi, ’Kim kardeşine bir sikke vurursa, herhangi bir kötülük ederse, arkasından konuşursa karşısında beni bulur! Kardeşinizin eşi kalacak, kahvehaneyi ben işleteceğim, siz de işlerinize bakacaksınız!’’. Mahkeme dağıldı.

Herkes babasının sözlerine harfiyen uyuyordu. Ekrem kalaycılık, Mustafa kalfalık, İhsan ise aylaklık yapmaya ve baba parası yemeye devam ediyordu. Arlarında en mutsuzu Ekrem’di. Sanki Ekrem’in her sabah işe gittiği yol uzamış gibiydi ya da jandarma gelecek veya biri arkamdan katil diye bağıracak diye arkasına bakarak yürüdüğü için ona böyle geliyordu. Biri ona katil dese veya jandarmalar adres sormak için dahi yanına gelse, ‘’Ben yaptım! Onu ben öldürdüm’’ diyecek gibiydi. İşinde de eskiden olduğu gibi değildi. Çok dalıyordu, kazanı çekiçle döverken sanki kazandan ‘’Katil! Katil!’’ sesleri yükseliyordu. Onun vicdani rahatlatan herhangi bir düşüncesi yoktu; ancak onu daha fazla yaralayan bir sürü şey vardı. Sürekli kendi kendine ‘’şu zavallı kız Hanife diyordu babasının katilleriyle yaşamak zorunda kaldı.’’. Ekrem’e göre İhsan eskisinden daha da aptaldı; çünkü eşinin ona hürmet etmemesi ve kötü davranmasını kaldıramıyor, onu dövüyor ve sürekli içki içmeye gidiyordu. İhsan, sarhoş olup arkadaşlarıyla kaldırımlarda sarmaş dolaş gezer, onlara paralarını yedirir, eve varınca Hanife uyuyorsa bile onu önce uyandırıp, sonra döverdi. Sanki onu sevmemesinin onu saymamasının intikamını alıyordu. Hanife güçlü bir kadındı. Hiç numara yapmıyordu ne dayaktan ne de kavgadan korkuyordu. İçindeki nefreti ona her fırsatta göstermekten kendini geri almıyordu.

Ekrem’e göre İhsan sevgiyi ‘’inat’’ gibi gören insanlardandı: Bu insanlar kendini kafasında kurduğu ilişkiye inandırır, sonra bunu illa gerçekleşmesi gereken kader gibi görür. Bu yüzden ne şartlar ne de diğer kişinin düşüncelerini umursarlar, onlar için yalnızca kendileri vardır. Aslında, kendilerini o kadar çok seviyorlardır ki, sadece kendi hayal ettikleri gibi yaşarlarsa daha mutlu olacaklarına inandıkları için südrüyorlardır bu ‘’inadı.’’. İşte tam olarak bu insanlar için kendilerinin sevilip sevilmemesi önemli değildir. Onlar için kendi istediği gibi sevilip sevilmedekileri önemlidir. İhsan kendisinin ne istediğini bilmiyordu; ama kendi istediği gibi sevilmediğini gayet iyi biliyordu.

İhsan ile Hanife için bahçesinde defne ağaçları, tükürük otu ve çan çiçekleri olan evlerinde oğulları Sinan doğunca da bu mutsuzluk sona ermedi. Hanife Hanım, Sinan daha iki yaşındayken hayatını kaybetti, aynı zamanda İhsan’da evle ilgili tüm umudunu kaybetti. Artık daha fazla dışarlarda geziyor, eve pek uğramıyordu. Sinan’a dedesi Fikri bakıyordu. Fikri’yse Sinan on beş yaşındayken hayatını kaybetti.

Fikri Bey’in ölümü ailedeki tüm dengeleri değiştirdi. Fikri Bey birbirlerine kardeşlikten daha çok düşmanlık besleyen oğulları arasında herhangi bir sürtüşme olmasının önündeki tek engeldi. O öldükten sonra ilk mücadele ne zamandır bekleyen Ekrem ile İhsan arasında gerçekleşti.

Ekrem, İhsan’dan kendi yerlerini ona satmasını ve oğlu Sinan’ı düşünerek onu kendi yanında bırakmasını istedi; çünkü Sinan’a hem daha iyi bakabilirdi hem de kendi çocuğu yoktu, olmuyordu. İhsan ise abisine onun kendi hakkındaki düşüncülerinden ve babası öldükten sonra kahvehaneyi işletmesinden ötürü kızgındı. Babasının ölümünden sonra artık eskisi kadar para harcayamıyor ve daha fazla çalışmak zorunda kalıyordu. Bu durum ne dostlarının ne de İhsan’ın hazzettiği bir şeydi.

Yine bir gün içki aleminde kafayı bulmuşken bir dostu ona:

—İhsan, senin şu abinden nasıl kurtulacağız? Bu gidişle artık rakı alamayacak hale geleceğiz.- diye dert yandı. 

İhsan bunu uzun süredir tasarlıyormuş gibi hiç düşünmeden:

—Benim aklıma bir şey geliyor; ancak her şeyin harfi harfine ilerlemesi lazım. -dedi.

—Peki, bu iş nasıl olacak?

—Abim kahvehanedeyken sen ona ‘’katil’’ diye bağıracaksın sonra seni gördüm nasıl da kıydın zavallı Ardi’ye diyeceksin. Bunu toplum içinde kalabalıkta yapacaksın ki, hem senin başına bir şey gelmesin hem de insanlar yaşanacak olan olaylara şahit olsun. Tepki verse de vermese de sen onu kavga etmeye zorla, karakolluk ol yeter gerisini ben halledeceğim.- dedi. Bunları söylerken sanki bir kardeşe, kendi kardeşine değil de bir düşmana komplo kuruyormuş gibi soğukkanlıydı.

           Ekrem, ‘Katil!’’ sesini duyduğunda kahvehanedeki çayın demiyle uğraşıyordu. Ekrem’in yüreği yıllarca bu yükü ve Hanife’nin yükünü taşımıştı, o hâlâ vicdan azabını çekmekteydi. Bir gün başına bunun geleceğini biliyordu; ancak yine de şaşırmıştı, öylece tepkisiz duruyor ve demlikten çıkan buharı seyrediyordu. Ayyaş, ‘’sana diyorum Ekrem Bey nasıl kıydın Ardi’ye’’ diye bağırdı. Yılların verdiği yorgunluktan ve bu yükten bıkmışçasına hiç sesini çıkarmıyordu. Kaynadığı için demlikten daha da hızlı çıkan buharı yüzünde hissetmeye başladı. Ayyaş, ‘’Gördüm adamın kafasına kürek ile vurduğunu’’, dediğinde Ekrem kendisine oynanan oyunun farkına varmıştı. Çocukluğunu hatırlamaya başladı. Komşunun köpeğinden kardeşi İhsan’ı nasıl kurtardığını, beraber oynadıkları oyunları hatırladı. Bu sefer yangını ta içinde hissetti. Ekrem, ‘’İnsanın kardeşi bile bilmemeli zayıf yerini, açıklığını, zaten ilk katil Kabil kardeşini, ’Haydi, tarlaya gidelim’[1] diyerek kandırıp öldürmemişmiş miydi?’’ diye düşündü. Kahvehanedeki herkes Ekrem’in ne yapacağını bekliyordu, herkes birazdan büyük bir kavganın kopacağına ölesiye inanıyordu; ama öyle olmadı. Yılların vermiş olduğu yorgunlukla ve hüzünlü bir sesle,’’ Evet, ben yaptım’’, dedi. Ve kahvedeki şaşkın yüzlere sanki bilmiyordunuz, sanki haberiniz yoktu der gibi bakarak kahvehaneden çıktı. O karakola teslim olmaya kendisi gidiyordu.

 Ekrem, kahvehaneden karakola kadar geçen bir saatlik yürüme yolu boyunca kendini karanlık bir deliğin içine düşüyormuş gibi hissetti, elleri açık gözleri gökyüzüne bakıyor, sırt üstü düşüyordu, ilk düşmeye başladığında mücadele etmişti, sanki yüzüyormuş gibi aydınlığa gökyüzüne kulaç atmıştı. Fakat istisnasız ne zaman çıkışa yaklaşmayı başarsa: Karanlıktan çıkan küçük, siyah eller onu karanlığa çekmişti; ama artık bunu yapmak, daha fazla mücadele etmek istemiyordu. Mücadelesi onu geceleri uykusuz bırakmış, kabuslarla bölünen uykular sonucunda Allah’a yalvartmış; ama ona çıkışı göstermemişti. Mesleği kalaycılıktı bedeni güçlüydü, hep ateşle haşır neşir olmaktan bunaltıcı sıcaklara bile alışıktı; ama ruh ile girişilen mücadele beden ile olana benzemiyordu. Önceki iş yerinde yorulsa birkaç saat dinlenerek kendine gelebilirdi, bu ruh yorgunluğuysa bir dakika yalnız bırakmıyordu onu. Ne kadar unutmaya çabalasa da her fırsatta vicdanı hatırlatıyordu kendisini… Vicdanı çölde su içen bedevinin üstündeki güneş gibi ne kadar kaçarsan kaç ben yine buradayım diyordu sanki!

Karakola vardığında kardeşi İhsan’ı gördüğüne hiç şaşırmadı, zaten onun ayyaş arkadaşını gördüğünde neler olduğunu anlamıştı. İhsan salondaki sandalyede oturuyor, heyecanla ayağıyla eskimiş tahtanın üzerinde ritim tutuyordu. Abisini ellerinde kelepçe veya boğuşma izi olmadan karşısında görünce biraz korktu. İhsan’ın planladığına göre abisi ile arkadaşı tartışıp kavga edecek, suçlamaları abisi yalanlayacak tam aklanacağına inandığı zamansa aileden biri olmasına rağmen, abisini adalete teslim etmeye karar vermiş İhsan tarafından hapsi boylayacaktı. Ekrem, ona şaşkın şaşkın bakan kardeşine tek kelime dahi etmeden içeri girdi. Olayı en ince ayrıntısına kadar anlattı ve dışarıya ellerinde kelepçelerle çıktı. Jandarmalar eşliğinde giderken, ‘’Kurnazlığın sonun olacak İhsan!’’ dedi…

Artık İhsan’ın hedefinde kardeşler arasında en şansı yaver giden Mustafa vardı. Mustafa, civar köylerden ucuza işçi bulur kendi hakkıyla beraber çalıştırdığı işçilerin yevmiyesinden de kesintiye giderek keyif sürerdi. Hasat mevsimi dışında ürünleri pazarlarda, panayırlarda satmaya uğraşır vilayet vilayet dolaşırdı. Bir hasat mevsiminde Behram Ağa ona kızıyla evlenmesini teklif etmişti ki Behram Ağa, yetmiş yaşına gelmiş hiç oğlu olmayan biriydi. Mustafa’yla yıllardır çalıştığı için ölmeden önce onun iş bilirliğine güvenip, en azından kızım rahat etsin diye düşünüyordu. Behram Ağa ölmeden iki yıl önce kızıyla Mustafa’yı evlendirdi, Mustafa birden müthiş bir servete konmuştu. Dönüm dönüm tarlalar, atlar, ticari imtiyaz ve onun için çalışan insanlar artık panayır pazar gezmiyor; yalnızca oturduğu yerden paralarını sayıyordu. Mustafa’nın bu ani yükselişi en çok kardeşi İhsan’ı rahatsız etti. Sanki o büyüdükçe kendi küçülüyormuş gibi geliyordu İhsan’a. Kendinde olmayanı isteme, kıskançlık hastalığına tutulmuştu. Bu öyle bir hastalıktı ki tedavisi yoktu; ancak iradesine hâkim olmayı başaranlar engelleyebilirdi bu hastalığı. Bu hastalığı ne kadar çok beslersen o kadar çok büyürdü. İhsan ise çok fazla beslemişti…

Mustafa’ya karşı elinde kardeşi Ekrem’e karşı olduğu gibi bir koz da yoktu. Onu durduk yere karşısına almaktan da çekiniyordu. Ona karşı daha kurnaz olması gerekiyordu ve kafasında bir plan tasarladı. Bu plana yıllardır onunla olan onu izleyen oğlu Sinan’ı da dahil etti.

 Sinan sabah erkenden kalkıp amcasının tarlarına işçi getiren dayıbaşının yanına gitti, evinin kapısını çaldı. Dayıbaşı ellerini bacaklarının arasında kavuşturup onu içeri buyur ettikten sonra ilk gözüne çarpan oda da kardeşiyle oynayan küçük kız oldu. Küçük sobalı, geniş salonlu ve tek odalı bu evde normalde evin reisinin oturduğu yer olduğu anlaşılan yere oturdu.

Dayıbaşı biraz heyecanlı biraz da endişeliydi; çünkü bir beyin eve gelmesi pek adetten değildi. Endişesini dizginlemeye çalışarak:

—Hoş geldin beyim kusurumuza bakma evimiz küçüktür. Bir isteğin mi vardı?

Sinan hiç muhabbet etmek istemeden direkt konuya girdi:

— Amcam Mustafa her zaman işçilerinin yevmiyelerini zamanında verir mi?- diye sordu dayıbaşına.

Dayıbaşı patronundan memnun bir halde:

—Evet, haftalık olarak her hafta pazartesi günü hesap keser bana verir ben de işçilere dağıtırım.

—Yani sen işçilere vermezsen, işçiler gidip amcamla konuşamazlar değil mi?

—Yok beyim, işçiler ağa ile konuşmaktan çekinirler.

—Bir yılda ne kadar kazanıyorsun?

—Altı bin akçe.

Sinan gözlerini dikip dayıbaşına baktı ve küçümser bir ses ile:

—Çok az değil mi? İstanbul’da inşaat işçilerinin kazandığı kadar. Ben sana beş yılda kazanacağın kadar akçeyi vereceğim, karşılığında benim için çok basit bir şey yapacaksın.

—Beyim ben bu kadar büyük parayı hak edecek hiçbir iş yapamam ki.

—Endişelenme, senden sadece amcamın verdiği parayı işçilere bir hafta vermemeni istiyorum o kadar. Nedenini, gereğini sorma sadece dediğimi yap yeter!

Dayıbaşı, eskimiş pantolonun dizliklerine, dirseklerini dayayıp bir süre düşündükten sonra, biraz da sinirli:

—Mustafa Ağama yanlış olur! İşçilerime ayıp olur! Paraya pula lüzum yok sen benim yapabileceğim bir şey varsa onu söyle senin için onu yapayım beyim.

Sinan, telaşa kapıldı, böyle bir cevabı beklemiyordu, ne gereği vardı tam da şimdi namuslu olmanın, ağayı düşünmenin, ondan çok basit bir şey istedim; ama onun derdi işçileri, ağası ve cahilliği. Bu sorunun çözülmesi şarttı. Sinan hemen dedesi ve babasından öğrendiği kestirme yola başvurdu.

—Beni böyle konuşmaya sen zorladın. Senin seçme hakkın yok! Dediğimi ya para alıp yapacaksın ya da işi yokuşa sürersen korkuyla yapacaksın. Konuşmalarından anladığım kadarıyla kendi canını şu küçücük itibarından daha az önemsiyorsun, dişlerini sıkarak ‘’ne garip’’ dedi. O yüzden sana eğer dediğimi yapmazsan çocuklarına ne olacağını söyleyeyim. Ölecekler…

Dayıbaşı, Sinan’a indiremeyeceği yumruklarını çaresizce sıktı. İndiremezdi; çünkü sonrasında pişman ederlerdi onu. Sadece onu pişman etseler yine iyiydi. O olmazsa bir kadın iki çocuk ne yaparlardı? O yüzden pek de düşünmeye gerek duymadı ve içi sıkıla sıkıla:

—Yapacağım.

Sinan ilk defa böyle konuşmuştu. Buna alışması gerekti; çünkü babasından en çok belki de dinlediği tek hikâye olan fil hikayesindeki ‘’ip’’ olmak istiyordu. Yalnızca kendi isteklerini gerçekleştirmek, başkalarının ona karşı hareket etmeyi düşünmesini bile engellemek istiyordu. Bu konuşma ona bu isteğinin imkânsız olmadığını gösterdi. İnsanları korkutmanın, insanlara sahip olmanın yolu zayıflıklarını bilmekten geçiyordu. Sinan, başını elinin arasına almış dayıbaşının yanından kahvehaneye giderken bunları düşünüyordu.

 Kahvehaneye planın ikinci aşaması için gelmişti. Amcasının tarlasında çalışan sabıkalı işçinin masasına oturdu:

—Senin için evsiz barksız kışın hapse girer yazın mevsimlik çalışır diyorlar. Doğru mu?

—Doğrudur beyim.

—Sana bir iş vereceğim artık yazın da çalışmana gerek kalmayacak deseler yapar mısın?

İşçi, sessiz bir şekilde konuşan Sinan’ı duymak için eğdiği omuzlarını doğrultup, bir kahkaha attı:

—Ne olursa yaparım.

— O zaman dediklerimi dinle: Mustafa Ağa bu haftalık yevmiyenizi geciktirecek, sen ise bu duruma paran olmadığı ve çok sinirlendiğin konusunda sürekli diğer işçilerle konuşacaksın, - yanında getirdiği bıçağı masanın altında işçinin eline tutuşturdu- al bunu, Mustafa Ağa tarlayı gezerken yevmiyenin gecikmesinden şikâyet edip onu bıçaklayacak ve öldüreceksin.  

 Ondan sonraki gün düne benzeyen sıcak bir yaz günüydü; ama insanlar dün konuştukları kahvehane sohbetlerinden yani: Bu yılki ürün tahminlerinden, kimin daha dindar olduğundan ya da günahkâr olduğundan konuşmuyordu. İnsanlar bugün Mustafa Ağanın kendi tarlasında gezerken gözü dönmüş bir işçi tarafından nasıl katledildiğini konuşuyorlardı. Konuşanlardan birisi olayı şöyle anlatıyordu, ‘’ Onu yere düşürmüş, üstüne çıkıp bıçağını gözünü dahi kırpmadan defalarca göğsüne saplamış, biraz önce oradan geçtiğimde toprakta hâlâ kan vardı, havada da kan kokuyordu’’, dedi. Diğeri, ‘’Adam zaten belalının biriymiş boylerine iş verirsen sonun elbet böyle olur,’’ dedi. ‘’Peki neden yapmış?’’ diye bir ses yükselince karakolda akrabası olan birisi,’’ Katil, Ağa hakkımızı yedi, paramızı vermiyordu, benim de borcum vardı bir de alacaklılar sıkıştırınca ondan para istedim. Bana bir hafta önce paranızı dayıbaşınıza verdim diye yalan söyledi. Dayıbaşının yanına gittim, sordum, vermemiş. Benim de tepem attı, tartışmaya başladık, tartışırken bana tokat atınca kendimi kaybettim’’ diye ifade vermiş dedi. Koskoca Mustafa Ağa’nın sonuna kahvedeki işsiz takımı başka anan, dul karısından başka üzülen bile olmamıştı.

           İlk işini amcasına başarıyla gerçekleştiren Sinan’ın askerlik çağı gelmişti. O askere gitmeden Asım Bey’in kızı Sabiha ile evlenmek istiyordu. İki aile de birbirine uygun, varlıklı kimselerdi. Bu denklikten dolayı Sinan bu işi oldu sayıyordu, babasına sordurdu; ancak Asım Bey babasının yüzüne karşı, ‘’Sizin ailenize bırakınız kız vermeyi gölden su versem, Allah benden hesap sorar! Siz kendi eşinize hayatı zehrettiniz, bunun kızımın başına gelmesine izin vermeyeceğim’ ’diye cevap vermişti. Sinan bunu öğrenince çok şaşırdı ve öfkelendi. O Sabiha’yı istiyordu ve artık bir şeyin gerçekleşmesi için yalnızca tek bir yol olmadığını anlayacak kadar tecrübe edinmişti.O hem Sabiha’yla evlenmeli hem de babasının düştüğü duruma düşmemeliydi. Bunun için Asım Bey ortadan kalkmalı; ama kimse Sinan’dan şüphe etmemeliydi yoksa o da bir ömür yüzü asık bir eşe sahip olabilirdi.

Asım Bey, tüccardı. İşi gereği sürekli vilayet vilayet gezen birisiydi eğer Sinan şüphe çekmeden bu işi halletmek istiyorsa Asım Beyin gezileri sırasında halletmeliydi. Tütünün hasat zamanı geldiği, tarlada toplanan tütünlerin binek hayvanlarıyla taşınıp satılması gerektiği zaman, Asım Bey, Bitlis’e gitmişti. Sinan bunu fırsat bildi, hükümete karşı kuzeni Arabo’nun ayaklandığını duyduğu Kasbar Avedisian ile buluştu. Kasbar’dan anlaştıkları yüksek bir meblağ karşılığında Asım Beyin Bitlis’te öleceği garantisini aldı. Asım Bey tütünü arabasına yükleyip giderken, Arabo’nun saldırısına uğradı ve yanındaki çalışanlarla beraber hayatını kaybetti. Planlanmış bu cinayet tıpkı bir soygun gibi görünüyordu. Sinan’ın askere gitmeden önce Sabiha’ya talip olduğunu bilen yöre halkından kimse Sabiha’ya selam bile vermeye cesaret edemedi ve Sinan askerden dönünce durumu iyice kötüye gitmiş olan Sabiha’yla evlendi.    


[1]Eski Ahit, Yar.4:  8