Mahalleye vardığında insanların bir araya toplanmış ve gelen yüksek seslere kulak kesildiklerini fark etti. Burada böyle durumlara çok rast gelmişti. Bir gürültü koptu mu herkes elindeki işi gücü bırakır, evinde rahat bir şekilde oturmaktaysa bile daha rahat dinlemek için balkona veya pencereye koşar, evde bir ses varsa onu susturur ve sadece gelen sese odaklanır. Bu durumu yadırgamıyordu; çünkü ne zaman köylüleri düşünse aklına babasıyla yaptığı bir konuşma gelirdi. Henüz dokuz on yaşlarında iken babası rahatsızlanmıştı, zor nefes alıyordu. Muhtemelen çok fazla tütün tükettiği için ciğerleri bunu kaldıramıyordu. Merkezden Yahudi bir doktor çağırmak zorunda kalmışlardı. Doktor kapıdan içeri girmeden Ahmet onun homurdanmasını işitmişti. Doktor, ‘’Yedinci gün geldiğinde Tanrı bile dinlendi.[1] Biz ise çalışmak zorundayız.’’ diye söyleniyordu. Doktor içeri babasının uzandığı odaya girdi. Ona sırtını açıp yüzüstü yatmasını söyledi ve babasına hacamat[2] tedavisini uyguladı. Tedavi edildikten, bir hafta sonra babası iyileşti. Bir gün tarlaya babasının yanına gittiğindeyse doktorun homurdanmasını hatırlayarak:
—Baba, Allah’ın bile bir gün dinlendiğini duydum. İnsanlar niye her gün çalışıyorlar?
Babası onun ne dediğini bile anlamayarak tokadı yapıştırmıştı. Hayatlarının çoğu çalışmakla geçen tek düşündükleri akşam ne yiyecekleri, akşam sorun değilse yarın ne yiyecekleri olan insanları yadırgamıyordu. Hatta bazen onları kıskanırdı bile; çünkü onların kötülük düşünmeye, fenalık yapmaya, insanların zararına işlere kalkışmaya zamanları olmazdı. Onlar belki de en yüce insanlardı. Sadece yaşamı düşünen, doğayla iç içe olan, hayvanları seven, topluma hiçbir zararı bulunmayan en masum ve en saf kişiler onlardı. Yalnızca şuna kızıyordu: Bir gürültü koptu mu onu dinlerler aralarında konuşurlar; ancak iyi veya kötü olsun hiçbir şey yapmazlar hiçbir tepki vermezler.
Mahallenin tahta evlerle donanmış sokaklarının içlerine doğru yürüdükçe, bu seslerin kendi evlerinden geldiğini fark etti. Sinan Bey’in, ‘’Seninle geçen günlerimi zehrettin be kadın!’’ diye bağırdığını duydu. Babasının sarhoş olduğunu ve öfkesini annesinden çıkarttığını o zaman anladı, adımlarını hızlandırdı. Eve girdiğinde gördüğü manzara şöyleydi: Evin dikey bahçesinin uçunda başını öne eğmiş sanki azarlanan bir çocuk mahcupluğuyla duran annesi ve karşısında ona bağıran babası. Bu durumdan hiç hazzetmediği için hızlıca içeri girdi.
Ahmet’i görünce Sinan Bey’in öfkesi ona yöneldi ve parmağıyla onu göstererek:
—Ülkenin kurtarıcılarından olan oğlun da geldi(!)
—Ülkeyi asıl bu hale sokan eğitimsiz komutanlardı. Asker talim mi görmüş ki savaşsın! Komutanlarsa ne geri manevradan anlar ne ileri manevradan. Komutan böyle olunca asker ne yapsın?
—Siz tecrübesiz adamlarsınız işiniz gücünüz kitapta gördüğünüz manevralar, talimler! Savaşlarda tecrübe kazanmış komutanlarınızı rahat bırakmış olsaydınız, bu hale hiç gelmezdik!
—Düşman o talimler sayesinde bize karşı üstün geldi…
—Savaş esnasında tam birlik olması gereken zamanda ordudan işinize gelmeyeni attınız.
—İyi ki de öyle yapmışız yoksa daha kaç yer kurşun atılmadan verilirdi kim bilir!
—Kurşunu boş yere harcamakla da bir başarı sağladığınız söylenemez.
—Bize düşman etine saplanmayan kurşundan daha çok savaş eğitimi olmayan komutanlar, sağlık konusunda bir şey bilmeyen sıhhiyeciler ve yönetimden bir haber idareciler zarar verdi. Kaç tane arkadaşım kör oldu. Ölüyü diriyi ayıramayan sıhhiyeciler sayesinde. Bulaşıcı hastalıklar kol geziyordu bu yüzden: Açlıktan bitap düşüp yerde yatanları veya yaralıları bile ölü sanıp hastalık bulaştırmasın diye kireçlediler. Kireç tüm vücudu o kadar etkilemez; ama göze gelince avuçlarının arasına yüzünü alıp yandım diye feryat edenlerin sesi hâlâ kulaklarımda! Acıya dayanamayıp gözlerini çıkartmak için gözlerine hücum eden o parmaklar… Her uykuya dalacağım zaman gözlerimi kapattığımda sanki benim gözüme geliyormuş gibi hâlâ!
—Ben daha evlenmeden savaş gördüm savaşın manzaralarını bana hiç anlatma! Ben Niğbolu muharebesinde yenilmemizden sonra Osman Paşa’nın şanlı Plevne müdafaasında[3] savaştım. Beş ay boyunca açlıktan kırıldım. Senin gibi esir de düştüm.
—O savaşta da mağlup olmamızın sebebi güçsüzlüktür. Hiç güçlü olana baş kaldırmaya teşebbüs edilebilir mi?
Sinan Bey çok öfkelenmişti. Herhangi bir tatsızlık çıkmasından endişe ettiği için Seyis Mehmet de onların yanına geldi. Başka zamanda olsa mesela Sinan Bey ayık olmuş olsa belki de çok kötü sonuçlanacak bir tartışmaydı bu. Ancak Sinan Bey kendini artık gevşemiş hissediyordu, zaten ne hakkında konuştuklarını çok düşünmüyordu o, sadece bağırıp çağırıp kendisini rahatlatmak istemiş ve bunu başarmıştı. Şimdi tek bir isteği vardı: Uyumak… Sinan Bey yorgun bir şekilde yatağına girdi ve hemen uykuya daldı.
Ahmet savaştan ne zaman bahsedilse olduğu gibi: Hâlsiz ve bitkindi. Bu konuda konuşulan her şey ona bir top sesi, bir mermi sesi veya bir çığlık gibi geliyordu. Fiziksel olarak bir şey hissetmiyordu; ancak savaşa katılan herkesin kaybettiği iki şeyi kaybetmişti: Masumiyet ve garipsemek. Savaş esnasında ilk çığlığı duyduktan sonra gökyüzünün rengi mavi yerine kızıl görünmeye başlar, önceden nefes alış verişini hissedemezken o gürültüde bile tek duyduğun şey budur, en iyi arkadaşın bir anda seni koruyan siperler oluverir, kaybetmekten korkmadığın şeyleri kaybetmekten korkmaya başladığını hissedersin, önceden senin için değersiz gibi görünen anılar sana hayati derecede öneme sahip gibi gelir, normal bir günün bile ne kadar büyük nimet olduğunu anlarsın, istemediğin sıkıcı bulduğun şeyleri tamda şuanda her şeyden çok istersin, sevdiğin birkaç yüzü anımsarsın, bu yüzler ne kadar fazlaysa sana o kadar zor gelir kalkıp savaşmak. Bütün bunları hissettikten sonra yattığı cepheden ayağa kalkar ve bunlar için savaşır insan! Normal birkaç gün daha geçirmek için savaşır ve bunun için öyle bir savaşır ki canavarlaşır. Sadece normal birkaç gün için savaşmaya kalkınca canavarlaşır ve onda masumiyetten küçücük bir iz bile kalmaz; fakat onun için artık bunun bir önemi yoktur: İnsan en çok yaşamayı ister. Yaşamı bir canavar olarak devam etse de bir aziz olarak devam etse de tek istediği sadece ‘’yaşamak’‘tır. Savaştaki en büyük kayıpsa: garipsemeyi kaybetmektir. ‘’Garipsemeyi’’ yani kötü bir şeyler gördüğünde insanın irkilmesi ve buna tepki göstermesini kaybetmesidir. Ancak savaş esnasında bir dakika önce dostuyla konuşurken bir dakika sonra onun cansız bedenini izleyen insan, düşmana esir düştüğünde işkence yapılan insan, saldırıya geçmeden önce bir daha göremeyeceği insanların fotoğraflarını ve mektuplarını öpen insanlar için artık görünce hiçbir şey garip gelmemeye başlar. Savaş bitince de bunun etkisi geçmez o insanlar artık demir gibi soğuktur. Ahmet, kaybedilen şeylerin bunlar olduğunu biliyordu; çünkü bazı arkadaşların yüzünde bu kayıpların neden olduğu acıyı görmüştü.
Sabiha Hanım tartışma boyunca bir köşede durdu. Tartışma sona erince de üzüntüyle etrafına bakındı. Oğlunu düşünceler içinde görünce onun yanına gitti, tombul parmaklarını oğlunun kolunda gezdirerek:
—Sen bakma babana oğlum. Haftada en az iki kere yapar bunu içer içer eve gelir. Bağırır tartışır. Hiçbir şey yoksa bile bir şey oldurur yine de tartışmanın bir yolunu bulur.
—Benim üzüntüm kendim için değil ki anacım, senin için. Ne gün yüzü gördün ki? Hep şu dört duvarın arasında geçiyor hayatın…
—Sen bunları düşünme hiç. Ben alıştım zaten.
Ahmet uzun süredir tasarladığı planını annesine de açıkladı:
—Ben diyorum ki anacım her şey yerine oturunca İstanbul’da yanımda yaşa. Hem gezersin oraları teyzemlere gidersin. Buradaki gibi sıkışmazsın hem de ben ne yemekten anlarım ne temizlikten bana da yardımcı olursun. Ayrıca orada bana hayırlı bir kısmet bulursan onunla evlenirim ve hep beraber yaşarız. Olur mu?
—Oğlum güzel diyorsun; fakat bu benim için imkânsız. Baban burada ve ben onu bırakamam.
—Niye bırakamayasın?
—Çünkü zamanında o beni bıraksaydı ben şimdi ne halde olurdum düşünemiyorum bile.
—Ne halde olacakmışsın daha kötü ne olabilirdi ki? Hiçbir şeyi olmayan bir köylüyle evlensen daha mı kötüydü yani? En azından daha huzurlu bir hayat sürerdin. Benim hayattaki tek isteğim: İstanbul’da seninle yaşamak. Gideceğim ve her şey yoluna girdiğinde; yalnızca senin için geleceğim anacağım o güne kadar kararının değişeceğini umuyorum.
—Bir köylü ile evlensem daha iyi olacağını nereden biliyorsun? Herkes içmiyor mu ya da kavga etmiyor mu?
—En azından daha huzurlu bir yaşam sürerdin.
—Mesele daha iyi daha huzurlu bir yaşam sürmek değil. Ben, Sinan Bey’i bana ne yaparsa yapsın bırakamam; çünkü babamı kaybettiğimiz zaman bize o yetişti. O olmasa annem gözümün önünde eriyip biterdi. Annem yalnızca rahat yaşamayı bilen hiç zorluk görmemiş bir tüccar eşiydi. Babamı kaybedince düzenimizi de kaybettik. Annem her gece ağlardı ben yanına gittiğimde ise durumun iyice kötüye gittiğinden bahseder, ‘’ Ne yapacağız yavrum?’’ derdi. Beraber her gece kara kara düşünürdük. Sen babanı sert, acımasız olarak görüyorsun; ama şunu bil ki oğlum en kötü baba, babasızlıktan iyidir. Baban olmayınca sadece bir insan kaybetmiyorsun, bir düzen kaybediyorsun. Hem de geçmişinden itibaren var olan ve sonsuza kadar süreceğine inandığın bir düzen kaybediyorsun, sevildiğini ve korunduğunu bildiğin bir düzen. Deden, kendini çok severdi sakın sende diğer insanlar gibi bunu bencillik olarak algılama insan sadece içindekini başkalarına verebilir. İçinde nefret olan nefreti, sevgi olansa sevgiyi paylaşır. Deden şehir dışına çıkıp geri döndüğü zaman sadece ben sevinmezdim. Onun dönüşüne köydeki bütün çocuklar en az benim kadar sevinirdi. Onlara lokumlar, şekerler ve çok az getirebilmekle beraber çikolata getirirdi. O giderken de hep beraber üzülürdük. Anneme bir defa sesini yükselttiğini dahi işitmemişimdir. Hani köylüyle evlensen daha iyiydi diyorsun ya benim için tek iyi kader babam sağ olsaydı gerçekleşirdi. Düzenimiz kaybolunca annemin son yıllarını rahat şekilde geçirmesine neden olan insanı terk etmemi istiyorsun benden. Edemem!
Ahmet, annesinin bu kadar kararlı olmasını beklemiyordu. Buna şaşırdığını belli etmemeye çalıştı:
—Bence bu kadar yıl geçtikten sonra bu kadar çile çektikten sonra terk etmenin vakti geldi.
—Oğlum bir daha bu konuyu konuşmayalım olur mu? Hem geç oldu artık. Sen ne zaman gideceksin?
—Birkaç gün sonra gideceğim anacağım.
Sabiha Hanım:
—Kalan kısa zamanda ikimizi de üzecek şeylerden daha fazla bahsetmeyelim oğlum. Zaten ayrılık zor. Aklım sürekli sende oluyor sürekli kötü haberleri duyuyorum ve seni merak ediyorum. Eğer ikimizde dargın ayrılırsak beklemek benim için daha zor olacak.
Ahmet, annesinin dediklerinin doğru olduğunu kabul etti. Kadıncağızı üzmeye ne hakkı vardı ki?
—Tamam anacağım geç oldu artık ben yatmaya gidiyorum. Allah rahatlık versin.
—Sana da oğlum.
Ahmet merdivenlerden inerken babasının horlama sesi duyuluyordu. Aşağıya indi. Seyisin odasına girerken yine düşecek gibi oldu. Odaya girdiğinde masada güçsüz bir mum ışığında oturan Mehmet’i gördü. Mehmet’in yüzü mum ışığında iyice solgunlaşmış görünüyordu, odaya birisinin girdiğinin farkına varmamış gibiydi mum ışığına odaklanmış ve onu izliyordu. Ahmet, küçüklüğünden beri bu odada yaşıyor, hiç evlenmedi, pek dışarı da çıkmaz. Acaba hiç canı sıkılmadı mı ya da hiç gitmek istemez mi, diye düşündü. Muma bakınca yarısına kadar yanmış olduğunu gördü demek ki oturmaya başlayalı bayağı olmuştu. Kendisinin de böyle daldığı zamanlar oluyordu. Onun ne düşündüğünü merak etmekle beraber böyle uzun süre daldığı zamanlardan sonra kendine gelince aklına hiçbir şeyin gelmediğini anımsadı. Küçük dikdörtgen pencerenin maviye boyanmış demirleri belli olmuyordu, odada hiç seste yoktu. Daha sonra Ahmet boğazını temizleyerek geldiğini belli etti. Mehmet hafif irkildikten sonra oturuşunu, öne eğilmiş omuzlarını düzeltti:
—Beyim, kusura bakmayın. Geldiğinizi anlamadım buyurun oturun isterseniz birkaç mum daha yakayım. -dedi.
Ahmet hafif imali bir gülümsemeyle:
—Hayır, gerek yok yeteri kadar aydınlık. Sen nerelere dalmıştın öyle?
Seyis her zamanki ses tonuyla konuşmaya başladı; ama her nedense Ahmet’e onun konuşması çok duygusal geldi.
—Ben mi? Nerelere gideceğim ne düşüneceğim ben beyim. Aklıma yıllardır öğrendiğim, yaptığım şeylerden başka şey gelmez ki benim. Düşündüğüm şey zamanın ne çabuk geçtiğiydi. Ben atlara isim koyarım. En sevdiğim atınız ise Rüzgar’dır. Rüzgar’ın yemini verdiğim zaman aynı onun gibi beyaz tüylü olan anasının kısraklık zamanları aklıma geldi. Bu asil canlılarla çok vakit geçirdim, neredeyse hayatım onlarla geçti işim bu benim. Buna da herhangi bir itirazım yok, bu işi seviyorum, bu hayvanları seviyorum. Bu hayvanlar ne kadar çok insana benziyor benim gözümde bir bilseniz şaşırışınsınız beyim.
Ahmet çok merak etmişti; ama konunun dağılmasını hiç istemediği için araya girmedi. Seyis’e onu dikkatle dinlediği belli eden bir ifadeyle bakıyordu.
—Bana göre öğrenmeleri çok benziyor. Aslında hepsi oğullara, kızlara benziyor. İnsan gibi öğreniyorlar eğer onları seviyorsanız gerçekten baba gibi hissediyorsunuz kendinizi. Örneğin bir çocuğa anası bir şeyin zararlı olduğunu birkaç defa söylese çocuk bunu anlar. Bu hayvanlarda tıpkı öyle gezerken hoşlanmadınız bir şey yaptı mı sesini yükseltince veya üzengiyi vurunca yanlış bir şey yaptığını anlıyor. Birkaç defa tekrarlayınca yanlışlarını yapmayı artık bırakıyor. Aynı bir baba gibi Rüzgârın büyümesinden gurur duydum bugün. Şimdiyse bunu düşünüyordum beyim. Kendi kendime konuşuyordum sonuçta bir insan değil ki, bu hayvanlar ömrü uzun olsun. Onun kaybına nasıl dayanırım onu düşünüyordum. Bir şeyi bu kadar fazla sevebilmeme şaşırdım, onun beyaz tüylerini izlerken… O kadar fazla emek verdim ki, sonunda emeğim sevgi doğurdu. Belki de sevdiğim için emek verdim bilmiyorum bildiğim tek şey artık onlar benim bir parçam gibiler.
Ahmet, seyisin bu kadar basit ve saf şeyler düşünmesine hem şaşırdı hem sevindi. Hatta ne seyismiş arkadaş tıpkı Harbiye’den Filozof Gökhan gibi konuştu. O olsaydı bu meseleyi ne tartışırlardı. Bizim, Filozof kesin kafasını biraz yana çevirip, ‘’Evet evet çok haklısın. Emek, sevginin temel maddesidir.
—Ne desem bilemedim şimdi sen de bir alemsin insan genelde bu hisleri sevdiği insana karşı besler. Aileye karşı hissetsen aynı şeyleri yaşamış olacaktık; çünkü ben de anneme karşı böyle hissediyorum. Bazen yatağa yatarım, uyku tutmaz düşünürüm: O günün annemi kaybedeceğim günün ne kadar korkunç olabileceğini, bence zaten hayatında herkes kıyameti bir kez görüyor annesini kaybederek. Bazı insanlar ise sonradan kazandıkları şeyler veya kurdukları ilişkileri için bu korkuya kapılırlar. Sürekli kaybetmekten korktukları içi sıkılırlar, üzülürler; ancak kaybedince fark ederler o insanlarla geçirdikleri zamanın tadına bu korkudan dolayı varamadıklarını, en sevdikleri şeyi zamanla en korktukları şeye dönüştürdüklerini. Sen de onlardan olma Rüzgâr henüz esiyorken ona eşlik et.
—Beyim haddim değil; ama Sabiha Hanımla sizin aranız çok iyi gözükmüyor. Sebebi bahsettiğiniz bu korku olmasın.
Ahmet, böyle bir cevap beklemiyordu hatta bu cevap onu biraz da öfkelendirdi, öfkesini belli eden tok bir sesle:
—Sanmıyorum.
Seyis, Ahmet’in ses tonundan daha fazla konuşmaması gerektiğini anladı ve gerginliği dağıtmak için:
— ‘’At at oluncaya kadar sahibi mat olur.’’ diye tam olarak benim için demişler beyim. Ben her gece mat oluyorum. Akşama kadar koşan çocuklar bile benim kadar yorulamaz. O yüzden Konuşmak istediğiniz bir konu yoksa ben artık uyuyayım.
Ahmet, gösterdiği öfkeden biraz pişman olmuştu kendini bildi bileli seyisin onunla hiç bu kadar konuştuğunu görmemişti. İlk defa konuşmaya başlayınca da bu yaradılıştan utangaç olan adama öfke göstererek konuşmasını engellemişti. Bu yüzden aralarında bir sorun olmadığını göstermek için gülümsedi:
—Allah rahatlık versin.
Mum ışığı gülümsemeyi ne kadar tuhaf göstermiş olsa da Seyis, Ahmet’in ne demek isteğini anladı:
—Allah rahatlık versin beyim.
Ahmet, sonuna yaklaşmış olan mumu söndürdü ve karanlık tavana bakmaya başladı, çocukken karanlığa bakınca ne şekiller görmezdi ki, şimdi ise karanlık sadece karanlıktı.
Uzun zamandır huzurlu, iyi bir uyku çekmemişti. Bu yüzden artık şekillerden değil uyumaktan ve göreceği rüyalardan korkuyordu. Askerlik mesleğini ve vatanını çok seviyordu. Açlık, susuzluk, yorgunluk ve savaş onun için hiçbir şey ifade etmiyor; yalnızca duyduğu çığlıkları, gördüğü solgun yüzleri, cepheden cepheye koşarken halkın yollarda göç ettiğini aklından çıkartamıyordu. Aslında, yabancı olduğu konularda değildi bunlar Romanya bağımsızlığını kazandıktan sonra köylerine gelen göçmenlerden çok dinlemişti özlem dolu hikayeler. Mahallenin çocuğu yaşlısı bu insanların etrafına toplanırlardı ve onların hikayelerini merakla dinlerlerdi. En çok da Tuna isimli ne görüp ne duyduğu bir nehrinin yanından gelen göçmenlere üzülürdü; çünkü en hüzünlü onlar görünürdü. Göçmenlerden bir tanesi nehirden insanları karşıya geçirerek geçimini sağlayan birisiydi. En dertlisi de bu adamdı. Her defasında gözleri buğulu anlatırdı, ‘’Tuna’nın ağaçlarla çevrili yeşil kenarında kayığımın içinde oturur, insanların gelmesini beklerdim, bizim köy ve karşıdaki köy herkes herkesle iyi anlaşırdı. Hristiyan veya Müslüman fark etmezdi, en çok da panayır zamanları müşterilerim olurdu. Yıl boyu insanlar panayır zamanını beklerdi. Özellikle çocuklar kayığa elleri boş biner, panayır dönüşü türlü türlü oyuncaklarla geri dönerlerdi evlerine… Her yerini bilirdim köyümün anılarımın nerede gerçekleştiğini, nerede güldüğümü, nerede ağladığımı, anamın atamın nerede olduğunu. Babamın anamın mezarı yan yanaydı acaba gidip bir dua okuyabilir miyim? Gitsem mezarlarını bulabilir miyim? İnsan büyüdüğü bildiği yerden ayrılınca her yerde ‘’yabancı’’ hissediyor her yerde garip’’, diyerek anlatıyordu bu adam göçünü.
Ahmet böyle hikayelere alışıktı, ilk göçüp bunu yaşayanlar böyle anlatırken göçlerini oraları hiç görmemiş torunlarının yüzlerinde bile bir burukluk sezilirdi. İnsan belki de karanlıktan korkmayı, anılarından korkmaya başladığında bırakıyordu.
Ahmet, daha gözleri açıkken gördüğü kabuslarla boğuşmadan uyuyamıyordu, ne zaman ki yorulur gözleri kapanmaya başlar; ancak o zaman uyuyabiliyordu…
Sabah seyisin odadan çıkarken çıkardığı kapı sesine uyandı. Nasıl uykuya daldığını hatırlamıyordu; ancak kâbus görmeden sabahladığı için iyi hissetti kendisini. Dışarı çıktığında tam o sırada aşağıya inen babasıyla karşılaştı. Bir an ne yapması gerektiği konusunda karasızlığa uğramasına rağmen konuşması gerektiğini hisseti:
—Günaydın baba.
Sinan Bey’in onu duymamasına ve görmemesine imkân yoktu; ama o, yine de hiç oralı olmadı ve yanından geçti gitti.
Ahmet ne yapacağını bilemeden sadece üzülerek ortada öyle duruyordu ki, onu izleyen annesi ona seslendi.
—Gel oğlum kahvaltı hazır!
Ahmet kafasını, balkondaki tahta parmaklıklara elini dayamış annesine çevirdi. Ona bakarken, ‘’Sen olmasan bu evde bir dakika bile durmam; yalnızca sen daha fazla üzülme diye onuruma karşı çıkıyorum.’’ diye iç geçirdi:
—Tamam anne hemen geliyorum.
Tahta merdivenlerin altında seyis odasıyla kilerin arasında kalan, aynası biraz pislenmiş lavaboda ayılmak için yüzüne birkaç defa su çarptı. Aynaya baktığında, bu evden ayrılmadan beş yıl önceki kendini hatırladı. Saçları o zamanlardaki gibi uzun ve dağınık değildi artık, o yüzden kumrallığı da çok belli olmuyordu. Gözleri siyah ve büyük, yaşına rağmense bıyığı kalın ve gürdü. Bunlar da onu olduğundan daha büyük gösteriyordu. O zamanlar delikanlılık heyecanıyla çok hareketli, düşünmeden konuşan; ama kimseyi de üzmemeye gayret eden bir gençti. Ancak İstanbul’daki eğitiminden sonra sakin olmayı, düşünerek konuşmayı insanın en büyük dostunun ve düşmanının dili olabileceğini öğrendi.
Annesinin sesi onu yeniden kendine getirdi.
—Ahmet çayın soğuyor!
—Geliyorum anacım.
Ahmet merdivenlerden çıktı, minderine oturdu. Bugün dışarıda sıcak bir hava vardı. Çayını yudumladıktan sonra:
—Babam sana kızıp bir şey yapmadı, demedi değil mi anacım?
—Yok oğlum hiçbir şey söylemedi.
Sabiha Hanım konuyu değiştirmek için:
—Sen ne yaptın? Dün gece rahat uyudun mu? Niye buradaki odana gelmiyorsun?
—Mehmet’le muhabbet ediyoruz. Zaten askeriyede alışmışım birileriyle muhabbet etmeye. o yüzden tek başıma kalmak istemiyorum.
—Dün Alekos ve Georgi’le buluşacaktın nasıl geçti?
—Georgi ile uzun uzun konuştuk, muhabbet ettik. Sağ olsun evine de çağırdı beni; ancak ona yakın zamanda gideceğim için evde vakit geçirmek istediğimi söyledim.
—Peki, Alekos?
—Dükkanına uğradım odun almak için civar köylere gitmiş. Ben de haber bıraktım. Bugün bana bir adam gönderir diye bekliyorum.
Ahmet, anasının konuyu değiştirdiğini biliyordu ve dün seyisle yaptığı konuşmadan sonra başkalarında bulduğu hataya kendisi de düşmüş olabileceğini anladı. Hem anasını üzmemek hem de bu hataya düşmemek için o da bir şey yokmuş gibi konuşmaya devam etme kararı aldı.
Sabiha Hanım:
—Ahmet bazen düşünüyorum askerlik yapmasaydın nasıl olurdu, diye. Hayatın pamuk ipliğine bağlı, aklım hep sende. Bizi dinleyip burada kalsaydın hayırlı bir kısmetle evlenseydin. Torunlar ve babanla burada yanımda olsaydın. Ayrıca, o zaman babanla aran bu kadar kötü olmazdı. Babanı bilirsin bir dediğini iki etmediğin sürece onunla hiçbir sorun yaşamazsın.
—Anne, burada geçirdiğim sürede birçok insan gördüm, tanıdım ve dinledim. Buradaki yaşamın her safhasını biliyorum çalıştım da işçilerin başında da bekledim, çobanlıkta yaptım, köyün gezmedik yerini de bırakmadım. Bunları yaparken kendimi kötü hissetmemekle beraber, hiç mutlu da olmadım. Kendim buradaki insanların yaptığı gibi çocukluktan yaşlığa belli aşamalardan geçip sonra burada ölüme kavuşan bir hayat sürmek istemiyordum; ama ne yapacaktım ki başkada bir çare yok gibiydi. Daha sonra yalnızca askeri hikayelerden keyif aldığımı dergilerde savaşlar ve komutanları gördükçe, okudukça heyecanlandığımın farkına vardım. Eskisi kadar güçlü değildik hatta bunun için buradaki rahat hayatımı bırakmam gerekiyordu; ama ben Dömeke’de[4] Edhem Paşa’nın zaferinden veya yenilse bile büyük saygı gören Osman Paşa’nın hikayelerinden başka bir şeyden keyif almıyordum. Bu konuda çok istekli ve hevesliydim. Bir şeyi büyük bir hevesle isteyen insanın o işi çok iyi yapacağına dair inancım da tamdı. O yüzden isteğimin peşinden koştum, şu dönemde vatana en iyi iki şekilde hizmet edilebilir: Eğitim veya askeriye ülkeme hizmette bulunduğum için kendimle gurur duyuyorum ve aldığım karardan hiç pişman olmadım. Tek üzüntüm senin istediğin gibi bir hayat süremeyerek seni üzmemdir.
Sabiha Hanım tabii ki anlattığı gibi hissetmese normal bir hayat sürse daha çok sevinirdi; ama oğlunun hissettiklerini bu kadar coşkulu anlatması onu etkilemişti, neredeyse gözleri yaşaracaktı. Hatta bu konuyu açtığına üzüldü; çünkü oğlunun böyle şeyler düşündüğünü bilmezdi. Okula gittikten sonra ancak mektuplarla haberleşmişler onlarda ise yazışmalar; yalnızca hâl hatır sormak şeklinde olmuştu. Şimdi oğlunun bir dostla konuşurcasına, bu denli samimi konuşması onu duygulandırdı. Neredeyse gözleri yaşarır gibi oldu:
—Herkes özellikle analar sevdiği insanı, evlatlarını istedikleri gibi görmek ister, onlar için en rahatı en iyisi neyse onun olması için elinden geleni yapar, dua eder sen bana bakma kuzum görünen o ki senin için böylesi daha iyi olmuş.
Ahmet, anasının ellerinden öptü:
—Teşekkür ederim anacım.
Ana oğul birbirlerini daha iyi anlamanın mutluluğuyla hasret giderirken tahta kapı vuruldu. Gelen Alekos’un dükkanına uğradığında konuştuğu işçiydi.
—Beyim merhaba. Patron geldi, sizin adınızı duyunca çok sevindi. Hemen beni yolladı. Kendisi şu an malzemeleri yüklüyor.
—Peki, bugün benimle görüşebilecek mi?
—Evet, ‘’İşlerimi ikindi ezanına hallederim ikindi ezanından sonra çınarlıkta buluşalım’’ dedi.
—Peki, orada olacağım.
Henüz öğle ezanı yeni okunmuştu. Alekos’la buluşması için birkaç saat daha vardı. Ahmet, yine de anasından izin isteyip dışarıya çıktı. Çınarlık, evlerine bir saatlik yürüme mesafesindeydi. Yolda yürürken bir iki kişiye rast geldi onlara selamlaşıp ayak üstü muhabbet etti. Çınarlığa giden yol tamamıyla topraktı, güneş tepedeyken toprak yolda yürümek iyice zorlaşıyordu, arada bir mendilini çıkartıp küçük alnına tıraşlı kısa saçlarından düşen terleri siliyordu. Ağaçları gördüğü zaman ana yoldan; dar toprak yola saptı. Çınarlığa ulaştığında en uzun ağacın gölgesinin altındaki masaya oturdu. Bu masayı Alekos’la beraber yapmışlardı. Hayvanları otlarken, onlar burada oturur muhabbet ederlerdi. Biraz ilerideki çeşmeyi anımsadı, çoban kızla orada beraber vakit geçirirlerdi, öğrendiğine göre kız ve kocası buralardan göçmüşlerdi. Ahmet, Alekos’un mastika[5] içmeden neredeyse konuşmadığını bildiği için yanında balıkta getirdi. Ateşi yakmak için odun topladı. Ve Alekos’u beklemeye başladı.
Alekos çınarlığa vardığında, Ahmet sıcağında etkisiyle uykuya dalmak üzereydi.
Alekos yıllar sonra Ahmet’i görmenin sevinci içinde yüksek sesle:
—Merhaba benim asker dostum! Askerlik senin duruşunu bakışını bile değiştirmiş be Ahmet! – diye kollarını açarak haykırdı.
Ahmet, biraz irkildikten sonra ayağa kalktı ve Alekos’a sarıldı.
—Değişen bir şey yok dostum, ben hâlâ aynıyım.
Alekos biraz hayal kırıklığına uğradı.
—İstanbul’da dört yıl geçir üstüne üstlük hemen ardından bir savaşa katıl ve hâlâ aynı olduğunu söyle. Olmaz öyle şey, her şeyi duymak istiyorum!
—Benim anlatacaklarım hem uzun hikâye hem de ayık kafayla çekilmez. Ahmet -rakıyı göstererek- bakıyorum da hazırlıklı gelmişsin, -dedi.
Alekos, kahkahayla:
—Beni bilirsin senden beş yaş büyük de olmam nedeniyle sen henüz sut kuzusuyken ben buna müptelaydım.
—Kuzu büyüdü. Dikkat ette benden önce seni çarpmasın. Boş verelim şimdi bunları. Ben seni merak ediyorum evlenmişsin hatta Allah bağışlasın bir oğlunda olmuş. Nasıl evlendin? Ben buralardayken hiç bu konulardan konuşmazdın.
Alekos gülümseyerek anlatmaya başladı.
—Sen gidince kısmetim açıldı. Sen varken iki erkek gezdiğimizden mi yoksa sürekli sana baktığımdan mı bilmiyorum. Sen gittiğin an etrafıma bir baktım, meğer köyün bütün kızları bana bakıyormuş(!)
Ahmet kendini tutamayarak:
—Dikkatlice baktın mı belki de kadın kılığına girmiş delikanlılarıdır.
İkisi de çakırkeyif olmanın verdiği tatlı rahatlamayla, olayı yeniden hatırlayıp güldüler. Hatta Alekos kendi ağzından bir defa daha anlattı, hikâyeyi bitirince:
—Bu olayı hiç unutmayacaksınız değil mi? Ah o yanımda çalışan hainler yok mu? Bunu size anlatanın hangisi olduğunu bir bilsem yakacağım çırasını onun!
—Sen hiç ciddi olamaz mısın eğer bu evlilik meseleni doğru dürüst anlatmazsan bende sana İstanbul hakkında hiçbir şey anlatmam.
—Tamam anlatacağım. Sen gidince yalnız kaldım hatta gittiğin, beni terk ettiğin için kızıyordum sana. Sen ki bu köyün en zengin adamının oğlusun. Çobanlığı benim gibi zorunda olduğun için değil de yanıma arkadaş olmak için yapıyorsun. Ne işin var senin İstanbul’da? Başlarda böyle kızıyordum sana yanımda konuşacak kimsede yoktu, ben de hayvanlarla konuşmaya başladım. Benim gri çoban köpeğimi hatırlarsın ismi Cesur’du benden büyük olan başını okşadığında çok iyi bir dinleyici olabiliyor; ama aynı şeyi koyunlar için söyleyemem tek düşündükleri şey karınlarını doyurup gölgeye kaçmak dinlediklerini hissettirmiyorlar.
—Yine başlıyorsun! Bunların hikayemizle ne alakası var!
Alekos uzun ve eğlenceli konuşmayı severdi. Ahmet’in bu araya girişi onun pek hoşuna gitmedi:
—Sen bir hikâyeyi anlatırken direkt sonunu mu söylüyorsun! Tamam o zaman ‘’evlendim.’’- diye bağırdı.
—Tamam kızma. Sende öyle bir yerden anlatmaya başlıyorsun ki sanki Hz. Adem’e kadar geri gidiyoruz gibi geliyor.
—Peki, hızlandırıyorum senin beklediğin gibi bir hikâye yok. O yüzden böyle uzattım. Annem bir kız beğenmiş, bizim Rum terzinin kızı. Onunla evlenir misin, diye sordu. Ben de evet dedim aslına bakarsan bütün hikâye bundan ibaret.
—Anlatmaya bir de ta benim gidişimden başlıyorsun; ama güzel hikâye anlatma huyundan bir şey kaybetmemişsin.
—Peki, sıra sende İstanbul nasıldı?
—Elbet duymuşsundur. İlk gittiğim senede meşrutiyet ilan edildi. Sonraki sene 31Mart Vakası yaşandı.[6] İstanbul’u merak ediyorsun; ancak hangi İstanbul’u? İki tane İstanbul var. Sana hangisini anlatsam bilemedim şimdi.
—Bana sen ikisini de anlat.
Ahmet iç çekti, biraz daldıktan daldı, gördüklerini gözlerinin önüne getirdi. Sonra aniden anlatmaya başladı.
—İki tane İstanbul var birincisi: Üç merkeze sahip Beyoğlu, Galata ve vapurla geçtiğin Büyükada. Buralarda gazinolar, oteller ve türlü türlü kulüpler var. Hele Beyoğlu’ndaki Tokatlıyan oteli en meşhur eğlence yerlerinden birisi. Memleketteki en seçkin, eğitimli, zengin kesim günlerini hep burada geçirir. Bu mekanlarda eğlenceden siyasete her şey konuşulur. Ancak buralarda çok Türk’e rastlamazsın hatta bir kulübe Türk almak için onun ya çok zengin olmasını ya da çok büyük siyasi karaktere sahip olmasını isterler. Konuşmayı en çok sevdikleri şey para ve diş siyasettir. Açıkçası ben sıradan bir öğrenci ve asker olarak buralarda çok bulunamadım. O yüzden buraları gördüğüm ve bildiğimden daha çok duyduğum kadar anlatabiliyorum.
—Peki, diğer İstanbul orada ne var ne yok?
İlk İstanbul’u anlatırken alaycı bir ses tonuyla anlatan Ahmet, bu sefer konuşmaya başladığı andan itibaren fark edilen bir hüzün ve öfkeyle anlatmaya başladı.
—Ben neredeyse hep ikinci yani diğer İstanbul’daydım. Burada para konusu çok geçmez, zaten fazla da yoktur. Siyasetse biz Harbiye öğrencileri, Tıbbiye öğrencileri ve gazeteciler arasında konuşulur. Her ne kadar öteki İstanbul’un yanına yanaşamasa da iyi gazinolar vardır; ama burada en çok kıraathaneler vardır. Akşamları gazinolarda danslar eder, içer eğlenirdik. Bu İstanbul içinde sadece acı olan bir kitap gibiydi. Yoksulluk, üst kademelerde olamama, nezih yerlerde yaşayamamamın ezilmişliği, cahillik okunuyordu sokaklarında. Askerlerin terzileri Mercan sokağındadır. Mercan sokağına giderken, yürüdüğün taştan sokaklarda bakımsız çocukların oyun oynadığını görürsün, bir tek çocuklar mutlu gibidir zaten, ahşap evlere baktığında balkonda umutsuz gözlerle dışarıya bakan kadınlar vardır, zorla geçinmelerini sağlayan eşini veya talibini bekler. Sadece diğer İstanbul’da yaşayan kızlar özellikle sefir[7] kızları şanslıdır: Onlar dil öğrenirler, dans ve müzik eğitimi görürler. Bu İstanbul’daki kadınlarınsa ömrü yoksulluk ve beklemekle geçer eğer şanslıysa evinin bir balkonu vardır. Bu İstanbul’un beyefendileri diğerlerine benzemezler. Diğer İstanbul’un beyefendileri gibi redingot giymezler. Bu İstanbul’da giysilerin süsü yamadır. Tüm beylerin düşündüğü şey balkonda bekleyenlerin veya dışarda oynayan çocukların ne olacağıdır. Kendini bile unutmuştur bu insanlar. Kimileri üç beş kuruşa amelelik yapar, kimileri memurluk; ama istisnasız hepsinin geçim derdi vardır. Birbirlerini tanırlar, birbirlerini gördüklerindeyse içten bir gülümsemeyle selam verip, samimi sohbetlerde bulunurlar. İstanbul’da çok dergi gazete var. Bir tane muhabirin yazısında, ’’ Aynı şeyleri yaşayan insanlar, aynı hisleri daha kolay paylaşır ve daha iyi anlaşır’’, diye bir bölüm okumuştum. Ne zaman bu İstanbul’da bulunsam o yazı aklıma gelir. Sana gazinoları ve diğer her yeri daha detaylı anlatmak isterdim; ama seni buraya bu yüzden çağırmadım.
—Yıllar sonra buluşan iki çocukluk arkadaşıyız tabii ki konuşup eğleneceğiz. Bu konuyu değiştirelim. Çok kasvetli çok hüzünlü geliyor bana. Beni başka ne için çağırdın? – diye sordu ve merakla ona bakmaya başladı.
Ahmet bir anda:
—Sebep olduğun bir şey mi çok kasvetli geliyor sana! -diye haykırdı.
Alekos, kendisini ancak Ahmet’in ciddi olduğunu görünce toparlayabildi. Elindeki bardağı masaya bırakıp, ayağa kalktı.
—Ahmet ne diyorsun sen! Anlattığın şeye en az ben de senin kadar üzüldüm hem ben nasıl böyle büyük bir şeye sebep olabilirim! Alt tarafı bir oduncuyum. Eğer sen bana atılan iftiralara itibar ediyorsan, çok ayıp ediyorsun ve bir daha seninle konuşmam!
—Kimse bir şey öğrenmesin diye Georgi bana bundan bahsettiği zaman seni savundum! Böyle bir şeyi yapacağına ben de hiç ihtimal vermezdim; ama hangi güzergahlarla çetecilere silah taşıdığından kimlerle iş yaptığına kadar her şeyi biliyorum! Yalnızca eski günlerin hatırına sana ve ailene bir iyilik yapmak istedim.
Alekos çok şaşırdı. Konuşmanın böyle gideceğini ve buralara geleceğini tahmin dahi etmemişti.
—Neyi biliyorsun? Kanıtların ne? Suçluysam niçin yargılanmıyorum?
—Hükümetin güvendiği kişilerin ihbarları var. Hükümet kiminle çalıştığını da biliyor; çok başarılı saklandığın için birkaç defa yapılan aramalardan da kurtulmayı başarmışsın. Kanıt olmasa bile suçlarından kaçabileceğini mi sandın!
Alekos, Ahmet’in yakasına yapıştı.
—Sen ne diyorsun be arkadaş! Ne sen ne hükümet! Ne hükümetin güvendiği adamlar hiçbir şey bilmiyorlar! Ben suçsuzum ve bu ülkeyi en az senin sevdiğin kadar seviyorum. Eğer buralardan ayrılsam köye gelen göçmenler gibi ölene kadar sıla hasreti çekerim. Arkadaşlığımız daha fazla zarar görmesin diye şimdi gidiyorum.
Alekos, arkasını dönüp gittiği sırada Ahmet onun omzundan tutup çekti ve boğuşmaya başladılar. İki eski arkadaş sanki yıllardır düşmanlarmış gibi kavga ediyorlardı. Ahmet, Alekos’u yere yatırıp yumruklarken Alekos kuşağından bıçağının çıkarttı. Tam Ahmet’e saplayacağı sırada Ahmet, onun bileğinden kavradı, yavaşça piştovuna[8] uzandı ve namlu Alekos’un göğsündeyken tetiği çekti.
Kurşun Alekos’un bilincini kapayıp, nefeslerini yavaşlatırken Ahmet ayağa kalkmış bir o yana bir diğer yana yürüyüp sadece iki kelimeyi tekrar ediyordu: ‘‘Yapmak zorundaydım, yapmak zorundaydım!’’. Birçok ölüm görmesine rağmen onu bu kadar etkileyen başka bir ölüm görmemişti; çünkü artık cephede değildi. Top sesleri gelmiyordu, çarpışmalar ve naralar duyulmuyordu. Ne kadar kişiyi öldürmüş olabilirdi onu da bilmiyordu ona kalırsa ellerindeki mauserlerle[9] henüz kimseyi öldürememişti. Ahmet, yürümeyi Alekos nefes alıp vermeyi bıraktığı zaman kesti. Geniş ağacın gövdesine sırtını yasladı, bacaklarını tamamen uzattı, kafasını ellerinin arasına aldı. Eğer saçları ele gelemeyecek kadar kısa olmasaydı onları yolardı. Kafasını elleriyle parçalamak istiyor gibi tırnaklıyordu ve yine aynı şeyi mırıldanıyordu: ‘’Yapmak zorundaydım! Yapmak zorundaydım!’’
[1]Yar.2:2Yedinci güne gelindiğinde Tanrı yapmakta olduğu işi bitirdi. Yaptığı işten o gün dinlendi.
[2]Hacamat, deriden ufak ensizyonlardan vakum yolu ile kan alınmasıdır.
[3] 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı. (93Harbi)
[4] Osmanlı-Yunan Savaşı (1897)
[5]Sakız aromalı rakı
[6]31 Mart Vakası, II. Meşrutiyet'in ilanından sonra İstanbul'da yönetime karşı yapılmış büyük bir ayaklanmadır. Rumî Takvim'e göre 31 Mart 1325'te başladığı için bu adla anılmıştır.
[7] Elçi.
[8] Osmanlı ordusu tarafından bir dönem kullanılan bir çeşit tabanca
[9] Osmanlı piyade tüfeği.