güneş kızıllığını dağlara verirken

ince sızılar birikirdi yüreklerde 

ayrılıktan doğan bir kederi

usul usul esen rüzgar keserdi

sevmeyi hiç bilmeyen adamlardan 

ve bu dünyadan bıkan kadınlar vardı


alışılmış yalnızlığın doruklarından 

ölümlerin dondurucu soğuklarına düşerdi kalplerimiz

hiç gelmeyecek günleri beklediğimizi bilirdik

yine de hiçbirimiz beklemekten vazgeçmezdik

çünkü bir kez duymuştuk; 

vazgeçenin bu diyardan sessizce göçüp gideceğini


biz küçükken, acı çekmekten korkardık

acının ne olduğunu bilmeden

böylece her acıya alıştık

nicelerinin geleceği düşüncesiyle teselli bulup.

ağıtlar yakılırdı tükenmiş gençliğimize

fakat kimse sormazdı

niçin bunca kayıp niçin bunca ölü?


yağmurların toprağı bolca beslediği günlerde 

yağmurlardan bile korkardık.

göğün uslanmaz mavisini kucaklayıp götüren gri bulutlar

ağır ağır çöreklerdi hüznü yüreklerimize

binbir türlü yük bırakırdı omuzlarımıza

işte biz bu yüzden hiçbir yağmura alışamadık.


biz küçükken, farkı nedir bilmezdik

anne ağlayışı ile omuzlarda taşınan tabutların

annelerimiz ağladığında cenazeler verilirdi toprağa

öyle bağlıydık annelerimize, öyle bağlıydık ki

onlar üzülür diye ölmekten bile korkardık.


yeni büyüyen ağaçlara benzerdik o günlerde

birer birer kırılırken dallarımız

ne korku vardı göğsümüzde ne hüzün 

yılgınlık nedir bilmeden savaşırdık düşmana karşı

çok zaman geçti o günlerin üzerinden

şimdi hepimiz karanlık gecelerde bir başımıza yaşıyoruz.


hepimiz ölgün bakışlarla bakıyoruz

hepimiz çaresiz

hepimiz bıkkın

hepimiz kaybolmuş

hepimiz ıssız

ve hepimiz yorgun

niçin yaşadığımızı bile bilmeden

öylece yaşıyoruz