‘’Tesirsiz ne kadar söz varsa
Ruh cebimde biriktirdim
Ki zaten ben
Küçükken de meraklıydım
Suya yazılar yazmaya’’
Kitabına verdiği adı böyle tanımlıyor Ali Lidar. Kendisinin de ifade ettiği gibi, birine faydası olsun diye değil, sadece kendisi için yazdığını özetlemiş bu mısralarında sıra dışı bir ironiyle belki de… Yaşadıklarından iz bırakanları, çalkantılı, bazen de dibe vurmuş ruh hallerini, içinden bir türlü atamadıklarını suyun üzerine bırakıp kurtulmak ister gibi yazmış. Ama bazı sözleri, kurduğu cümleleri öyle ağır ki, suyun üzerinde kalmayıp dibe çökmüş ve siz onları okuduğunuzda sizi de derinlerinize götürüyor. Bazen çocukluğunuza, bazen kırılmış hayallerinize, bazen de keşkelerinize…
Lafı hiç eveleyip gevelemeden, en doğal haliyle içinden geçenleri, net ve saf haliyle aklına gelen ilk sözlerle yazmış izlenimini alıyorsunuz okurken. Farkına bile varmadan sizi yıllar öncesine götürüp, bugüne geri getiriyor.Bir bakıyorsunuz ki yaptığınız bu yolculuk zamanda değil de kendi içinizde olmuş. Bazen unuttuklarınızı hatırlatıyor, bazen de unutmak istediklerinizi vuruyor yüzünüze…
Aklımda kalan cümleleriyle beni alıp götürdüğü yerlerden bahsedeceğim size, belki de unutmak istediklerime, kaçtıklarıma…
‘’Sonra ‘’Keşke..’’ dedim. Çok sevdim keşkeyi. Yalan söylemiş olmazsın keşke dediğinde. Söylememiş de olmazsın… Hatta bir şey söylemiş bile olmazsın. Ama söylemişsindir de bir taraftan.’’
Ne çok keşke’ler biriktiriyoruz yaşarken. Keşke söyleseydim, keşke gitseydim, keşke kalsaydım, keşke dinleseydim biraz daha… Ve ne çok ‘Keşke’ ile başlayan hayallerimiz var. Geçmişimizi değiştiremeyeceğimiz gerçeğinin bilincimize mıhladığı öğrenilmiş çaresizlikle, gerçekleşmeyeceğini bildiğimiz hayalleri kurarken önsözünde bu yüzden mi .’Keşke’ kelimesini kullanıyoruz?
‘’Çünkü anlamıştım, karşımızdaki insanlar, hatta en sevdiklerimiz bile hayallerine yancı arıyorlardı sadece.’’
Yanlış hatırlamıyorsam Pessoa’nın sözüydü: Hayatımıza devam edebilmek için nefret ettiğimiz işlerde çalışıyoruz ve bir süre sonra yaşadığımız hayattan nefret etmeye başlıyoruz. Böyle bir hayatta karşımıza çıkanlar, sevdiklerimiz, arkadaşlarımız, onlar için tam olarak ne anlama geliyoruz? Biz de onlar için, onların karşısına çıkan biri, bir sevdiği bir arkadaşı değil miyiz? Bize yükledikleri anlamları taşımaktan başka ne işe yarıyoz?
‘’Bellek yavşak bir düşman gibi davranıyor bazen. Canını yakacak şeyleri tamamen unutmana izin vermiyor.’’
Algıda seçicilik değil de nedir bu? Ve neden kahrolası algımız geçmişimiz hatırlarken acılara öncelik veriyor? Ben neden ilkokul yıllarımı hatırlarken onca yaşadığım güzel anı varken en önce aklıma ilk gün o ahşap sırada otururken salya sümük ağladığımı unutmuyorum hala? Sonra sınıfça aşı olacağımız gün bana sorulan soruya verdiğim cevap yüzünden yediğim dayağı… Oysa soruyu bile anlamadan aklıma gelen ilk cevabı vermiştim…
‘’Bir şey oluyor bazen, bütün dünya senin düşündüğünün tersini bile düşünse, o kadar kuvvetli inanıyorsun ki o şeye, gerçekle bağımız kopuyor. Sonrası acı oluyor elbet, olsun. Samimi bir acı, sahte bir mutluluktan daha kötü olabilir mi gerçekten?’’
İnancın, aklı bağlamından koparıp savurduğu yerlere düşünce insan, bir süre kendine gelemiyor. Ta ki akıl yeniden kontrolü alana dek. Bu olduğu zaman da acıyı hissetmeye başlıyorsun. Bazen çok seviyorsun. Onun da seni sevdiğini sanıyorsun, kapılıp gidiyorsun rüzgarına ve tüm tehlike ve ikaz levhalarını görmezden geliyorsun. Çünkü onun tarafından sevilmeme gerçeğini bir türlü sevilme hayalinin önüne koyamıyorsun. Gerçeğin o buz gibi soğuk keskinliği kesip attığında seni ise her şey için çok geç oluyor. Ama yine de insan işte, bundan bile zevk alıyor…
‘’Kurduğun hayallerin bile tek bir ortak noktası vardı; Basit, sıradan, sakin bir hayat…’’
Bunu bile beceremiyor bazen insan. Yani sıradan ve sakin bir hayat için tek yapması gereken sadece müdahale etmemek. Hırslarını dizginlemek ve çok hayal kurmamak… Ne kadar zor olabilir ki? Zor işte, öyle zor ki, çoğu gece uykusuz bırakıyor insanı…
‘’Ve sen daha dış kapıyı kapatır kapatmaz, tırnağınla etin arasındaki imkansız incelikteki çizgiyi özlemeye başlamıştım bile.’’
Ayrılıklar kaç kategoriye ayrılabilir? Mesela insan hangi ayrılıktan sonra ne kadar yıkılır, ne kadar ayakta kalabilir? Akıl bunu neye göre ayırır? Hangi ayrılıktan sonra özlenecekler listesinin başına nasıl neyi koyar insan? Bence ayrılıklar ikiye ayrılır. Ayrılınca yalnız kaldığı için bunu dert edinip savrulanlar; ayrılınca, mesela kokusunu çok özleyeceği için gidip kullandığı parfümü alıp her gece girmeden önce yatağın üzerine sıkan insanlar… Haddim değil belki ama birinci kategoriye giriyorsanız eğer siz zaten pek de sevmemişsiniz onu…
‘’Bana ders vermeye kalkma ben dersimi
Yıllar önce tek başıma çizgi film izlerken aldım.
Çünkü annesi çok meşgul olan çocuklar
Oturup tek başlarına çizgi film izlerler.’’
İş hayatına atıldığımda ilkokul birinci sınıfı bitirmiş yaz tatiline girmiştim. Bir ya da iki haftalık tatilim işe girmemle son bulmuştu. Öğlen saatinde yemek yemem için eve gönderiyorlardı beni. Yani karın tokluğuna bile çalışmıyordum kendi yemeğimi de ben karşılıyordum. Yine bir gün öğlen saati eve geldiğimde annem yoktu. Kendi kendime yemek için bir şeyler hazırlayacaktım ki televizyonu açtım. En sevdiğim çizgi film uçan kaz norton vardı. Ben çizgi filmi izlemeye daldım. Haliyle hem yemek yemedim hem de işe dönmek için geç kaldım. Ustam söylenip durdu, neden geç kaldığımı sordu. Annem evde yoktu dedim… Bu dediğimden ne anladı bilmiyorum. Ama daha fazla kızmayı bıraktı. Belki o da bir zamanlar çocuktu ve belki onun da annesinin meşgul olduğu zamanlarda yalnız kalmıştı…
‘’Durmadan ‘’Neyin var’’ diye sorular soran bir insandan daha kötü tek bir şey geliyor aklıma:
Durmadan ‘Neyin var?’’ Diyen birden fazla insan…
Bize baktıklarında arkamızdaki duvarı gören insanlar istiyoruz çevremizde, o kadar…’’
Bize baktıklarında gösterdiklerimizden fazlasını görmek isteyen insanlar gerçekten varlar mı? Yani kabuğumuzun altında kapanmayan yaraları, uyuyamadığımız gecelerin nedenlerini, gözlerimiz olur olmaz zamanlarda dalıp gittiğinde gittiği yerleri gerçekten bilmek isteyen insanlar var mı? Neden bilmek istesinler ki?
‘’Galiba en büyük hobim bu; kimi ne kadar çok seversem, o kadar az belli ederim.’’
Çünkü kime sevdiğimi belli etsem bir şekilde çok canımı yaktı. Bu konuda oldukça becerikliler. Yoksa ben mi bu konuda becerikli insanları seviyorum?
‘’Hiç bitmesin istedim. Çünkü ağlamayı kestiğimde sarılmayı da bırakacaktı bana. O yüzden o kısacık ana bütün ağlayamamışlıklarımı sığdırırcasına ağladım. ‘’
Siz hiç sarıldığınızda bırakmamasını istediğiniz birine sarıldınız mı? Ben sarıldım. Tam da yazarın dediği gibi, ağladığım için sarılmıştı bana sımsıkı. O bana sarıldığında ağlama nedenim geçmeye başlayınca, tüm o içime attığım, yutkunduğum, ağlayamadığım anların hepsini birden hatırladım… Tüm yarım kalmışlıklarıma, hayal kırıklarıma, yalnızlıklarıma, sevilmeyişlerime, istenmeyişlerime, başarısızlıklarıma, hayatımın acınasılığına salya sümük ağladım… Sonra ne mi oldu? Ağlamam azalınca sarılmayı bıraktı. Ben kendime geldiğimde o da kalkıp benden gitti…
‘’İki insanın birbirlerine en uzak oldukları an, karşı karşıya oturmuş birbirlerinin gözlerinin içine bakarlarken söyleyecek tek bir laf bile bulamadıkları andır. ‘’
Ben, onun yanına gidene kadar yolda geçen sürede onunla kafamın içinde öyle çok konuşurdum ki, yanına gittiğimde konuşacak bir şey bulamazdım. O birkaç konu açmaya yeltense de ben zaten bu konuları çoktan konuşmuş olduğum için, yeniden tekrara girersem canın sıkarım diye düşünüp susardım. Suskunluğumdan sıkılırdı bu defa. Öylece uzaklaşırdık birbirimizden karşılıklı oturduğumuz halde. Durmadan gözlerinin içine bakardım sanki tutunmak bir yer arıyormuş gibi. Anlamazdı. Öyle bakma! Derdi. Bakmazdım. Sahilinde zincirinden kopmuş bir tekne gibi ağır ağır açılırdım uzaklara…
‘’Hayat da böyle bir şey değil mi zaten;
Geç kalmaların arasında nefes almaya çalışıyoruz işte hepimiz…’’
Adını anımsayamadığım bir yazar şöyle yazmıştı: ‘’Sanki her şeye yetişmişler gibi bu insanlar, vapur kaçmasın diye koşturuyorlar…’’ Sabahları erken kalkıyoruz, işimize erken gidiyoruz, gereksiz randevulara zamanında yetişiyoruz ama yaşamak istediklerimize hep geç kalıyoruz. Zamanında sevemiyoruz mesela, zamanında izleyemiyoruz güneşin batışını, bir çiçeğin topraktan baş kaldırıp filizlenişini. Bir çocuğun ilk defa ayaklarının üzerinde durup adım attığında, yüzündeki o gülümsemeye geç kalıyoruz, yeni doğurduğu yavrularını yalayarak temizleyen kediyi göremiyoruz mesela, boğazında yaşıyorsun İstanbul’un ama o boğazdan geçen yunusları bir defa olsun görmeyi beceremiyoruz. Sürekli bir ıskalamak geçen hayatı, sürekli bir geç kalmışlık. Bir gün uzaklaşıp gitmek istiyorsun bu şehirden, ama uygun şartları beklerken yine geç kalıyorsun, kalıyorsun olduğun yerde…
‘’Hayatımın özeti düzeltilemeyecek kadar vahim bir anlatım bozukluğu…’’
Belki de bu yüzdendir bu durmadan yazma telaşı… Yüz binlerce kelime, binlerce sayfa… Ama ne kadar yazarsan yaz, Türk dil kurumuna kabul ettiremeyeceğin kadar imlası bozuk, tanrıya kabul ettiremeyeceğin kadar günahkarsın işte…
‘’Ve birden bire bitmesin diye, ibadet hassasiyetiyle küçük küçük parçalarla ısırdığım dondurmaların yarısı, ben yiyemeden eridi. Kremalı bisküvilerin bisküvilerini önce kremalarını sonra yedim hep ama sıra kremaya geldiğinde yediğim bisküviler beni tıkadığından hayal ettiğim tada hiç ulaşamadım. Çok sonraları bunun bir tür kader olduğunu anladım. Kimi ya da neyi en sevdiysem en az onlarla vakit geçirdim. Hiçbir şeyi ya da hiç kimseyi doya doya, tadını çıkara çıkara sevemedim. Elimden alınır ya da kaybederim korkusu içimden gelenlerin hep bi adım önündeydi. Çok sonradan anladım ki ben sahip olduğumu zannettiğim tüm sevdiklerimi en baştan kaybettim. ‘’
Tıbbi jargonda bu hastalığın bir tanımı olmalı. Her şey yolunda gidiyorsa kesin daha büyük bir sorun çıkacaktır endişesi… Bize küçükken ekmeksiz yemek yememeyi öğrettiler. Ekmeğin tadını beğenmesek de önce ekmek yemeliydik sonra yemeği… Yemeği ne kadar sevsek de o yediğimiz ekmek karnımızı doyurur fazla yemek yiyemezdik. Fakirdik çünkü. Bildiğin fakir işte. Sonradan da sevgi fakiri olduk. Sevgi azdı, dikkatli tüketilmeliydi, bitecekti çünkü. Daha fazla sevgi almaya paramız yoktu bizim. Bu yüzden sevgiyi dikkatli tüketmek için, bir süre sonra tüketmemeye başladık. Bitmesin diye, sevdiğimiz her şeye uzak kaldık. Sevgisiz kaldık…
‘’Hep az laf edip çok anlaşılmak istedim. Hatta bazen hiç konuşmadan anlaşabilmek uğruna, az lafla anlaşılabilme ihtimallerimi bile sakat bıraktım.’’
Yazanların laneti bu sanırım. Bir yerden sonra o kadar çok yazıyorsun ki, konuşmaya kelime kalmıyor ve insanlar seni böyle anlasın, kabul etsin istiyorsun. Tabi ki buna insanlar hazır değil. Onlara çok konuşan, çabuk tüketilen, etkisi bir günden uzun sürmeyen kalıplaşmış ve moda olmuş cümleler gerekiyor. Bu yüzden sen yazma lanetine tutulduysan katlanamıyorsun bu sesli iletişim kaosuna. Susuyorsun bir yerden sonra. Öyle susuyorsun ki, duyamadıkları zaman, görememeye başlıyorlar seni…
‘’Allah aşkına bırakın büyük insanlık idealleri vs. zımbırtılarını… Herkes herkesin bir sigara içimi kadar umurunda… Bir sigara içimi üzülüp, bir sigara içimi dertleniyor, sonra sigaramızı söndürüp boktan heveslerimizin peşine takılıp, yanı başımızdaki insanların trajedilerini süratle unutuyoruz, hepsi bu…’’
Artık bir twit atımı, bir facebook gönderisi, bir instagram paylaşımıyla soğutuluyor vicdanlar. İnsanların umurunda olma menzilleri öyle daraldı ki, televizyonda izledikleri canlı yayında biri öle dahi, reklam arası girince çoktan kanal değiştirmiş oluyorlar… kimse bir diğeri için hayatın değeri olduğuna inanmıyor artık, ben dahil…
‘’Hiç geçmeyen baş ağrısı gibi hissettim kendimi… Farkına varılmadan bitmiş sigara paketi gibi… 89’la atanamamış öğretmen adayı gibi…
Ortak bir vicdan azabı gibiyim. Ortadan kaybolsam herkes rahatlayacak…’’
Çürük bir diş gibiyim insanların ağzında, çektirip kurtulduktan sonra bir daha asla hatırlamayacakları…
‘’Sesinde bir kırıklık olur bazen. O kırıklık yüzlerce kilometre uzaktan bana gelir. Öyle zamanlarda ne yapacağımı bilmem. Eğer bir şeyler söylersem belki daha kötü olur diye korkarım. Sonra sen o suskunluğu yanlış anlarsın. Daha fazla uzatmadan kapatırız. ‘’
Mesafesi uzak bir aşkınız oldu mu hiç? Öpmek ya da sarılmak olmadan ya da bırak sarılmayı görmeden sadece sesini duyarak önceden belirlenmiş zaman aralıklarında? O ses öyle önemlidir ki, kaygıyı, hüznü, heyecanı, mutluluğu o sesin her tonunda anlarsın bir yerden sonra. Konuşurken bir saniyelik duraksaması, on cümleye bedeldir. En kötüsü de kırıldığını hissetmektir. Yanında olsa, sarılırsın, öpersin, koklarsın, yetmez amuda kalkar şaklabanlık yaparsın ama alırsın gönlünü ama uzaktayken, o kırıklık, yedi nokta dört şiddetinde deprem gibidir, merkez üssü kalbinde… Ne söyleyeceğini bilemez, korkarsın ayakta kalan son umutlarını yıkmaktan, susarsın. Sen sustukça daha çok yıkılır o ve elinden bir şey gelmez. Birlikte enkaza dönersiniz. Aranızda binlerce kilometre varken üstelik…
‘’Duvarda duvar saati var, yerde yer halısı, masada masa lambası, elbise askısında elbiseler, kitaplıkta kitaplar, Kül tabağında sigara izmariti… Eşya bile nerede olması gerektiğini biliyor sanki… Hiç birinin kafası karışık değil… Şu an oturduğum göt kadar odada, etrafıma bakıyorum da aslında, nerede olması gerektiğini bir türlü bilemeyen bir tek benim gibi geliyor.’’
Ne olduğumuz yere sığabiliyoruz, ne de sığabileceğimiz yerde olabiliyoruz… Öyle sıkışmış, öyle kaybolmuşuz. Hangi şehir kabul eder bizi? Hangi kalbe ağır gelmeyiz, bundan sonra?
‘’Biraz acı üzer, çok acı çok üzer, katlanılamayacak kadar büyük acı ise delirtir. Bazen tek gecede, bir bankta, yavaş yavaş delirtir…
İnsanın canını yanmasından çok daha acı tek bir şey var, artık canının yanamaması!’’
Herhangi bir konuda iyi olabilirsin ama mükemmel olmak için delirmen gerekir… Bu halde mükemmel olmayı hangi deli ister?