Fevkalade bir aidiyetsizlik. Sanki on dokuz yıldır ben değilim bu dünyada yaşayan.
Her şey yabancı ve uzak ve soğuk. En içten hissedemiyorum en bi’ güzel duygularımı. En içten hissettiğim yalnızca bi’ yabancılık.
Dışarıdan bir göz olarak izlemek isterdim şu son zamanlarda beni, ya da bir yazar tarafından yazılmak. Duygularımı kitaptan okumak ve anlamak. Ve hatta, yazar yönlendirsin hayatımı; replikler yazsın bana, ne yapacağım söylensin hep.
Niçin böyle düşünüyorum? Niçin başrolü olduğum hikayeyi başkası yazsın da ben oyuncu kalayım istiyorum?
Bir yazar olsaydım, bir karakter yazsaydım nasıl olurdu?
Hikayemin yazarı ben değil miyim? Yazacağım karakter de benim?
Olmak istediğim kişi miyim, olduğum mu? Olduğum kişi olmak isteyeceğim kişi değil mi zaten?
Öyle.
Bir yazar olarak, ana karakterimin herbir duygusunu yaşamasını ister ve öyle de yazardım. Güldüğü kadar ağlayabilsin. Özlem onun gözlerinden yaşlar akıtsın. İnsanlara gülümsesin. Zaman zaman da insanlardan korksun, güvenmesin; ancak umudunu diri tutmaya devam etsin. Ağaçlara sarılsın. Güneşe selam versin. Kedilerin bir kısmının uzaylı olduğuna dair fantastik düşünceleri olsun. En çok kendisiyle konuşsun. Anlamlar yüklemekten korkmasın. İnsanlara en içten duygularını samimiyetle söyleyebilsin. Gölgesini her gördüğünde el sallasın. Uçakların kendisini gören bir kamerası olduğunu düşünüp, görüş alanına uçak girdiğinde uçağın içindeki insanlara o anki görüntüsünün yansıtılacağı fikrine sadık kalıp uçağa doğru göz kırpabilsin.
Evet, böyle bir karakter yazabilirim, belki de yazdım.
Belki de yaşadım.