Kime ne kadar anlatırsanız kendinizi, o kadar bilir. Ancak bu, o kişinin sizi anladığının göstergesi değildir. Anlaşılmak için sarfedilen birçok sözcük karşı tarafın zihninde oluşturabildiği kadarıdır. Kişinin hayal gücü ve bildiği kadar anlaşılırsınız.
Okuyan ve kendini daima geliştiren bir zihne sahip olan biriyle zihin bakımından noksan birini kıyaslamak bile ne kadar büyük bir ironi ise zihinsel bakımdan yoksun bir insanın sizi anlamadığı için yakınmanız da aynı derecededir.
Bu açıdan baktığımızda birine kendinizi anlatmadan önce karşınızdaki kişinin neyi, ne kadar bildiğinden emin olmanızdır. Emin olmadan kalkıştığınız bu durum hem sizin için hem de karşınızdaki kişi için büyük bir acımasızlıktır.
Peki hiç sordunuz mu kendinize, neden birileri tarafından anlaşılmak gibi bir gayemiz var? Kimse tarafından tam olarak anlaşılmadığımızı bile bile neden anlatmaya çabalıyoruz? Kimse tarafından anlaşılmadığımızı varsayalım. Bu durum bizim varlığımızın olmadığı yahut yaşadıklarımızın aslında yaşanmadığı anlamına mı gelir?
Farzedelim annesiniz ve evladınızı kaybettiniz. Bunu anne olan birine anlattınız, acınızı paylaştınız yani sizin tabirinizle. Peki ne oldu? Anlatırken siz gözlerini bile sizden ayırmadan üzgün bir ifade ile dinledi sizi. Teselli olacağını düşündüğü birkaç sözcük söyledi. Siz anlattığınız için biraz da olsa hafiflediğinizi, karşınızdaki de ne kadar üzgün olduğunuzu düşündü.
Peki sonra? Siz dağıttığınız acınızı da alıp yalnızlığınıza döndünüz. Paylaştığınız kişi de eski hayatına tekrar döndü sizden sonra. Siz yine acınızla kaldınız.