Çığlıklar, koşuşturmacalar, askerlerin ellerindeki silahların dipçikleriyle bir alana toplanmak için itilen insanlar arasında hep bir ağızdan törene götürüldüğünde gördüm onu. Askerî üniforması ile en başköşede kibirli bir duruş ve etrafa emirler yağdıran yaverlerinin tam ortasında kendisi için hazırlanan koltuğunda bacak bacak üstüne atmış kahvesini yudumlayıp sigarasını tellendiriyordu. Biz ise kadın, erkek, yaşlı, çocuk denilmeden, güneş doğmadan önce ülkenin şehirlerinde bulunan köylerden onun huzuruna zorla getirilmiş, bir an önce bu anlamsız törenin bitmesi için içten içe dua ediyorduk.
Etrafındaki yaverleri onu büyük ve kudretli kurtarıcı olarak tanıtıyor, bizler için verdiği büyük mücadeleden bahsedip onu yüceltirken, ona inanmamızı istiyorlardı. Yaverlerin konuşması bittiğinde bu sefer sıra kendisine gelmişti. Konuşmaya başladığında dudaklarından dökülen her sözcük asil millet, soylu kan ve dünyanın yarısının kendi soyundan olduğunu ve kendi soyundan olanların ne kadar mutlu olduğunu, bu soydan olduğunu söylemenin de insanı ne kadar mutlu edeceğini anlatıyordu. Oysa bu topraklarda hep bir arada yaşamış yüzlerce millet vardı. Nasıl olurdu da bir tek onun milleti asil ve soylu olurdu! Biz neydik o zaman, bizler binlerce yıldır bu topraklarda yaşayan insanlar onun milletinden değildik diye nasıl mutsuz olabilirdik? Kalabalıkta bulunanlar homurdanmaya başladı. Kalabalığın içerisinden birkaç yaşlı "saçmalık bunlar," dediyse de etrafımızda bulunan askerlerin birkaçı hemen müdahale edip sessizliği sağladılar. Tören devam etti. Öğleye kadar askerlerin ve kudretli liderlerinin konuşmaları sürdü ve en sonunda soylu ve asil millet ile başlayan bir ant ile tören bitmişti. Köylere döndüğümüzde aklımızda tek bir soru vardı, bundan sonra ne olacaktı? Büyük ve kudretli olarak tanıtılan lidere inanmamızı istiyorlardı. Ancak nafile bir çaba idi bu, ona inanmak bizlerin kendimizi yok etmesinden başka bir şey değildi.
Törenin ardından bir ay geçmiş ve her şey değişmişti. Önce köylerimizin adları değiştirildi. Köylerin adlarının değiştirilmesine karşı çıkanlar kurulan mahkemelerde halkın gözlerinin önünde idam edildiler. Sonra dillerimiz yasaklandı. Mensup olduğumuz milletin aslında hiç olmadığı söylenmeye başlandı. Karşı çıkanlar için baskılar ve sürgünler başladı. Her gün diğer bir günü aratır olmuştu. Bir gün köyde hiç kimsenin beklemediği bir şey oldu. Köye gelen bir kaymakamın köyde gördüğü nişanlı bir kıza göz dikmesi ve kızı zorla konağına götürmek istemesi bardağı taşıran son damla olmuştu. Köy halkı isyan etmişti. Askerler ile kavgaya tutuşmuşlar ve bir gece karakolu basıp askerlerin elindeki bütün cephaneliği alıp dağlara gitmişlerdi. Artık onlara köylü değil de isyankâr deniliyordu. Köyde her gün silah ve bomba sesleri geliyordu. Köy tamamen savaş alanına dönmüştü. İsyanı duyan diğer köy halkları da isyana katılmıştı. Artık isyan bir savaşa dönüşmüş dağlardan köylere geçmişti. Savaş giderek yayılıyordu. Elimizdeki erzak tükeniyor, her iki taraftan da ağır kayıplar yaşanıyordu. Savaş üç yaz üç kış sürdü. Son zamanlarda askerlerden hiçbir karşılık gelmemeye başladı. Köydekiler ve dağda savaşanlar savaşın bittiğini umut edip özgür insanlar olarak hayatlarına devam etme umutlarını içlerinde yeşertmeye başladıklarında gördük onları. Güneş doğma vaktinde havada süzülüp üzerimize bombalar yağdığı sırada hücum seslerini duyduk. Köyün etrafı sarılmıştı. Bir yandan askerler kardan kurşun yağmuruna tutuyor diğer taraftan gökyüzünden bombalar üzerimize atılıyordu. Bir gün bir gece süren bu bombalamaların ardından hayatta kalan çok az kişi ile birlikte kimseye kendimizi göstermeden köyden çıkıp çok uzaklara gittik.
Günler ayları aylar ise yılları kovaladı. Zaman geçti. Katliamın izleri hepimizde unutulmaz izler bıraktı. Nesilden nesile o gün orada yapılanlar anlatıldı. Katliamın üzerinden destanlar, kitaplar ve şiirler yazıldı. Ve asla o gün orada yapılanlar unutulmadı….