Gitmeye meylettin ya, kalsan ne güzel olurdu, gitmeye meyillisin artık neye yarar? İlla gitmekse niyetin ama bak seninle ilgili olan bir şey bende, sensizlik bende, sessizlik bende. Gittin, heyhat, pervaneye döndü narin yüreğim sensizliğinde. Her yalnız aşık değildir ama her yanmış kişi, aşkın kuyusunda yalnızdır. Ateşinden değil, ateşsizliğinden yanmışım. Ey aşkın sesi, nefesi gel bir an evvel! Dinsin artık kıyametin gürültüsü!


Hiç sönmeyecek sandığın bir ateşte yanarken birdenbire elde kalandır aşk. İçinde yanılan ateşin aşk olduğu sanılsa da elde kalan külün soğuk yüzüdür o. Çünkü hiçbir yaşanan ardında yıkım olmaksızın aşk diye hatırlanmamış, hiçbir ateş sonsuza kadar yanmamıştır. Aşk, yaşanan değil, çaresizce hatırlanandır. Sonradan olan, sonradan ölen, sonradan doğandır. Bir külün soğuk yüzüne bakarak içinde yanılan ateşin sıcaklığına asla bitmeyecek özlemdir. Gidenin, bitenin, yananın aşk olduğu ancak külün o soğuk yüzüne bakıldığında anlaşılacaktır. İş işten geçmiştir, elde kalan ne varsa artık, dokunsan dağılacaktır. Kızıllığı ve sıcaklığı hiç bitmeyecekmiş gibi önünde dururken birdenbire geriye yalnızca külü kalacak “İşte günlerce ağladığın, nefessiz kaldığın, aklından atamadığın, gözyaşlarıyla yandığın o aşk benim!” diyecektir.


Külün soğukluğu ve kırılganlığıdır aşk. Onun dokununca bulaşan kiri, tek nefeslik canıdır.


Meğer ki yandığın ateşi aşk sanmışsın, yanılmışsındır.


Hadi şimdi bas gaza, kır eline geçirdiğin ne varsa, yık dök etrafındaki eşyaları, anlamsız şeyler mırıldan kendine, küfret gece yarısı uykularından uyanıp. Sıkılsın canın. Ama tadını çıkar bu halin. Şimdi bütün şiirler anlamlı, bütün şarkılar senin için... Şimdi, o ateşte yanarken yüzlerine bakmadığın dostlar sana sırdaş... Sor şimdi o aptalca soruları onlara, tekrarla geceler boyu söylediklerini, bir boşluğun gerçeklik olduğunu anla... Şimdi teksin işte. Yalnızlığın en muhteşem halindesin. Bundan gayrı bir yalnızlık yoktur ki Tanrı’ya mahsus olsun.


Ellerini yaz sıcağında ceplerine sok, kışın gömlek katına soğukta yürü. Çünkü karın güneşi söndürmesi, suyun ateşi dondurması, kalbin aklı terbiye etmesidir aşk. Bir ayraçtır. Öncesi ve sonrasını kendinden ayıran bir “an ustası”. Belki biraz şiirdir -bir kırıntı gibi not defterlerine yazılan-. “Herkes gitti/ Bir ben kaldım” diyordu şair o ikiye katlanmış yarım defter sayfasında. Herkesin gittiği ve herkesin kendi başına kaldığı tek yerdir aşk. Küllendiğinde iki mısra şiire sığabilecek kadar coşkun ve bir o kadar hüzünle yoğrulmuştur.


Küldür aşk. Sadece yandığın ateşin değil, kırdığın bardağın, öptüğün dudağın, tuttuğun elin ardından kalandır.


Suyu öper mi insan, -binlerce kez içip de bir kez bile yüzüne bakmadığı-? Şefkati seyreder mi uzun uzun? Sağ elini sol elinden kıskanır mı –bir sevgiliye ilk o dokundu diye-? Öper, seyreder, kıskanır, eğer aşk küllenmeye başladıysa gözlerinin önünde.


Bir kutsal kitapla konuşmak gibidir aşk. Karşısında durup konuştuğun şeyin, neyin varlığını işaret ettiğine aldırış etmeden, içinden geleni ona söylemektir. Şirktir. Ondan medet ummak, ondan başka bir şeye boyun eğmemektir. Bir aşkın huzuru, tıpkı bir kutsal kitabın Tanrı olmaksızın sana verebilecekleri kadardır. O kadar uzak, o kadar yakındır. O kadar anlamlı, o kadar boştur.


“Başımı bir kadın/ Sonumu bir çocuk yazdı benim”. Aşk da böyledir, kadınca başlayan çocukça bitendir.


Bittiğinde kendisini anlatır.


Biz ateş sanırdık onu, meğer ki küldür aşk.