Sokak sokak gezen mecnun değildi. Çölün kavurucu sıcaklığı aşkını ateşliyordu. Hikaye Mecnunla başlamıyor. Hikaye Leyla hanımdan başlıyor. Leyla var olmasaydı, Mecnun bu hikayede neredeydi? Hem kimse de mecnun gibi Leyla'ya bakamazdı. Güzel olduğu için değil sevdiği için güzeldi. Mecnunun gezdiği çölün üstünden kaç dere aktı, kaç ev yapıldı, gücenik yeni sevdalar yuva buldu. Mecnunlar kalmadı, Leylalar tükenen umutlarıyla kayboldu.
Ağır adımlarla yürüdüğüm sokaktan geçerken esnafa selam verdim. Hayatın keşmekeşliğinden sıyrılıp kocaman gülümsemeyle” nasılsın abla “nidalarına, yürürken cevap verebilmiştim. Top oynayan çocuklara ilişti gözüm. Heyecanımı doruklarda yaşayan ben onlarla tanışmak için can atıyordum. Mahalle arkadaşı olan dört çocuk, bir animasyonun içinden fırlamış gibilerdi. Aralarına girdiğimde, heyecanla, abla sen nasıl oynayacaksın diye sordular, ben oynamayı bilirdim. Çocukluğumda ki oyunları da şimdiki ciddiyetim ki gibi fazla ciddiye alarak oynardım. Kanım çok kaynamazdı. Hatta bir gün anneme, anne bu çocuklar niçin böyle davranıyor diye sorduğumda, çünkü onlar çocuklar Eda, dediği günü de hep anlatırken duyuyorum. İçimdeki çocuk ölmüş değil, ölmesin diye de direniyorum. İçinde taşıdığı o masumluğun ne kadarı bende kalmış bilmiyorum. Yahut yoksa da, yeniden diriltebilmem elzem miydi?
Yıkımı taze olan bu apartmanın önünde durmuş gölgeme selam veriyordum. Karşımda betonlardan çıkan toprak, hüzün kokuyordu. Ve ben yine hangi kuru baharın üstüne düşmüştüm? Tahayyülümde düşündüğüm bu yıkım, zannımca sekiz dokuz hanelik evdi. Bir çok hikaye şu koca binanın içinde yaşam bulup akıbetinde son bulmuştu. Her biri her duvarın üstünde farklı bir izmarit oluştururken, yıkıma ortak olan azınlığı sorguladım. Anılar insanların zihninde var olurken, belki de kuşak atlayacak iken burada son bulmuştu. Yaşanan tüm hikaye küçük bir aracın dokunuşuyla yerle bir oluyordu. Yine sana değineceğim, hayat. Sen bu sonsuz hanenin içinde küçük bir dokunuşla yok olabilirsin. Ve sen sonsuz zannettiği her şeyin son bulamayacağını düşünen varlıklar taşımaktan yorulmuyor musun.
Yıkılmış bu binadan düşen küçük bir taşı elime aldım. Bu taş kadardım. Yürüyerek kendi yıkımımın boşluğunu uçurumun kenarına bıraktım. Yıkım ne binaydı ne de hane. Yıkım bizdik. Yıkım binanın içinde hayat bulan, dokuz sekiz çalışıp eve ekmek getiren adamdı, süt satın alan kadın, her yıl çocuklarını ve torunlarını umutla bekleyen dede, çoğunu usanmadan parka çıkaran anne, odasına kapanıp saatlerini ağlamak ile geçiren ergen ve her duygu ve düşünceyle yıkımın bir parçası olan bu insanlardı.
Taş elimdeyken, gözüm karşı marketin domateslerine ilişti. Acaba hâlâ dokunduğumda elimi kırmızı yapar mıydı? Kaç tane ellesem elim yine eskisi gibi domates kokardı? Artık ellerimde kırmızı domates izi yok. Ben uzun zamandır bu ellerde binanın taşlarını taşıyorum. Ve elim domatesin büyüklüğünü bile unutmuş. Kırmızı leke olacağını bile unutmuş, ki olurdu. Elim çocukken her domatese dokunduğunda kıpkırmızı olurdu. Çünkü ben hayatın içinde bunu hayal etmiştim. Şimdilerde taneyle domates alıyorum. Ve Ellerim para kokmuş anne. Hiç eskisi gibi değil.