Nihayet Altın Portakal’daki gösteriminden ve topladıklarının ardından, İstanbul Film Festivali'nden sonra bugün Mubi’nin ev sahipliğiyle kanepelerimizden, yataklarımızdan, halılarımızdan, balkonlarımızdan, bahçelerimizden; yansıdığı yer beyaz perde değilse de görebiliyoruz Aşk, Büyü Vs.’yi.
Hadi konuşalım…
1986 senesinde Türk sinemasına taşındığım her eve önce afişini asıp sonra yerleştiğim Teyzem’in senaristliğiyle -iyi ki- giriveren Ümit Ünal’la bugün buradayız. Aşklanıyor, büyüleniyoruz vs.
Türk sinema tarihine nasıl dokunduğunu; bıraktığı izlerin burukluğunu, yumrusunu, eğrilmiş gülümsetmelerini bilen bilir Ümit Ünal’ın. Yaşamda her an hatırlasak belki yaşayamayacağımız fakat ironik bir biçimde de hep bildiğimiz sınıfsallık ve pek de ince olmayan çizgileri daha önceki işlerinde de gördüğümüz gibi burada da ortada. Zaten hep ortada. Bugün eve pazar çantasıyla dönen herkesin tekerleğinin nasıl üstündeyse öyle…
Peki aşk? O da sınıfsal mı?
Buna hayır demenin mümkün olmadığını, bir yandan hemen evet demeye de dilin varmak istemediğini görüyoruz Reyhan ve Eren’in sevgilerine, sevişlerine tanıklık ederken. Hepi topu 5,4 kilometrekarelik bir alanın bir küçük bahçesinde, başka başka yerlerden yaşanmış fakat buluşmak için hep aynı yeri seçmiş bir aşkı izliyoruz.
Melodramatik altyapıyla izlediğimiz bu öyküde bir köşk ve bir müştemilat var elbette. Ve elbette aynı bahçenin başka kutularındaki iki çocuk birbirine vuruluyor. Bu eksen geçmişten bugüne düşünsel ve yaşamsal gerçekçiliğini yitirmiyor aslında ve bu yüzden bu motifler için “yetmedi mi” ya da “keşke buradan anlatılmasaydı” gibi şeyler demeye mâni oluyor. Hatta birçok Yeşilçam melodramının aksine patır patır konuşuluyor bu derin maddi uçurum karakterler tarafından. Hem de bağır çağır! Reyhan’ın da dediği gibi: “Zengin kız fakir kıza tutulur, melodramın kralı!”
Eren koskoca bakanın kızı. Reyhan… Reyhan da birinin kızı işte...
Eren yaşamı görüp geçirmiş, belli kayıplar vermiş, yola koyulmuş, kendini aramış fakat ufacık bir görselin tesadüfü sonucu kendini bulacağı yeri belirlemiş ve aynı yola bu kez tersten koyulan bir kadın. Burada görüyoruz ki kendini aramanın hatta bulabilmenin dahi sınıfsal bir çerçevesi var. Ümit Ünal'ın yapmak istediği şeyin de bunu her fırsatta gözümüze sokmak olduğunu sanıyorum.
Reyhan pazar çantasını eline almışken Eren’in bir sırt çantası var. Giden ve kalan… Yıllar sonra karşısına çıktığı Reyhan “kalan” olarak bir yerden sonra görünür bir soru sormamış duruyor kendisine. Eren’e mektuplarında “Adanın her köşesine sinmişsin.” derken kendisi hakikaten adanın köşesine sinmiş birine dönüşmüş; kaçarak kendinden. Ve belki de zamanında; sonradan kendini gömmesi gerekmesin diye taştan, topraktan, büyüden medet ummuş. Bir nevi “Allah’ım bitmesin bu rüya!” demiş, ama olmamış; olduğu kişiyi gömmüş. Hep öyle gitmediğini duyarak "oh!" dediğimiz bir an olduysa da nihayetinde Gökhan diye birinin; sevmediği birinin sevgilisi olarak var olmuş.
“Yok olmuş” diyelim daha doğrusu…
Bu evrede Eren’den kara nur topu gibi öfkeler, kırgınlıklar, yalnızlıklar, yersizlikler doğurup büyütmüş Reyhan kendisi küçülürken. E doğmuş onlar da, bakmasa da büyüyecekler... Bir köşede büyümüş çoğu. Kimisini de kendisinin yanına gömmüş. Reyhan’ın öfkesinin Eren konuştukça, bu aşkı görünür kıldıkça harlanması bu nedenlerle oldukça anlaşılır. Kendi deyişiyle “hayatını siken” bu aşk, onun düşmanı. Aşk kırıldığında parçaları yeniden ve bir başına yapıştırmanın sonucu da çoğu zaman nefret zaten. Duygunun yok oluşundan ziyade dönüşümü.
Geçmiş yıllarda Reyhan'ın dar alanda var ettiği geniş entelektüel birikimiyle varlığı; Eren'e yaşamın korkulu ve güzel yanlarını öğreten, onu cesur kılan ilk şey belki. Eren'in bunları kaybettiği ve temelli var etmek istediği bir süreçte daha önce ve ilk kez bulduğu yere dönmesinin büyü, tesadüf ya da bu gibi bir başka şey olduğunu hiç sanmıyorum.
Elbette bir yere düşen ateşle iki farklı yeri yakan, yıkan fitilin ateşleyicisi ataerkil toplum, sınıf, homofobi vs. Geçmişe dönük anlatılarda tüm bu unsurları kulaktan kaçırması mümkün olmayacak bir şekilde duyuyoruz. Fakat esasen maruz bırakılan homofobiyi karakterlerin duygu durumlarından okuyoruz. Bugünlerinde görüyoruz boğazlarımızda birer yumruyla. Eren de tüm bunlara oldukça maruz kalmış tabii ki fakat yine sosyoekonomik koşulların uçurumundan Eren’in nihai cezası Paris’e gönderilmek olmuş. Acısını yaşaması için yeri ve zamanı olmuş. Bu yüzden yarasını şimdi, yirmi yıl sonra bile olsa iyileştirmesi gerektiğinin farkına varabiliyor. Reyhan da bu tarafların odağından çıkamayarak öfkesi ve hayal kırıklıklarından bariyerler koymaya çalışıyor ikisinin arasına. Kelimeleriyle bir bir diziyor onları:
"Terk ettin."/ "Gelmedin."/ "Yirmi yıl."/ "Hatırlamıyorum."/ "Git."
Reyhan'ın kelimeleri güçlü, Eren'in cüzdanı. Bir de aynı anda ikisinin birden olabilen aşkları. Ve yine aynı sınıf belasından Eren Reyhan'ı samimiyetine, derdinin yaşamı onunla paylaşmak olduğuna inandırmak için daha da, daha da debelenmek zorunda kaldı; yorulsa da bir bir kaldırmaya girişti her bariyeri. Ve bana kalırsa bunların her birini kendi özgür iradesiyle yaptı.
Eş zamanlı olarak Reyhan’ın neler yaşadığına baktığımızdaysa acısını yaşayacak bir yeri olmak şöyle dursun; cinsel kimliği nedeniyle yaşamsal faaliyetlerini sürdürebilmek namına çalıştığı işlerden dahi kovulduğunu duyuyoruz, üniversiteye gidemediğini... Tutunamadığını, var olmasına izin verilmediğini... O anlattıkça öfkesi mânâlandı ve belki Eren'in dirayetini kırmayan da bu oldu sevgisinin yanında. Reyhan'ın yalnız var olmak ve olduğu kişi olmasının sonuçlarıysa inanılmaz üzücü. Ve inanılmaz. Ve Eren'in de...
Ve onun ve benim ve senin ve bizim de...
Yazık ki içinde bulunduğumuz toplum yapısına ve global istatistiklere baktığımızda da Türkiye’nin LGBTQ+’lara karşı ayrımcılığın en yüksek, eşitliğin en zayıf olduğu ülke gruplarından biri oluşu gibi korkunç bir veriyle karşılaşıyoruz.
“Var olmak çok zor aranızda.”
...
(birkaç anlık kalp kırıklığı molası)
Senaryo her ne kadar doyurucu taraflarla da bezeli olsa gündelik konuşmalar açılış sekansındaki poetik üsluptan uzaklaşıyor fakat bu da biraz yaşamın kendisi sanırım. Öte yandan bu, kuvvetle muhtemel bu aşkın büyüsünü büyücüyle değil; olduğu kişiyle var eden Reyhan’ın kendinden ve otomatikman şiirselliğinden vazgeçişinin bir sonucu. Yoksa Ümit Ünal’ın kalemi eril dil tahakkümünü Eren’e yalnız “hangi pis heriflerden öğreniyorsun bu lafları?” sorusunu tam da yerinde sordurarak ortaya koyacak düzeyde ve güzellikte. Her nasıl ki eril dilin buyurganlığını yalnız herkesten daha yorgun Reyhan'a sırt ovduran bir görüntüyle bütün olarak verebiliyorsa işte öyle.
Aşkı duysak da gözlerimizle de yaptığımız bir şey var film boyunca buna dair... Düğümler çözülmeden kimsenin dışına çıkamayacağı adada, o birkaç hesaplaşma gününün içinde; en aleni gözlerimizle görüyoruz aslında aşkı, büyüyü vesaireyi. Karakterlerin jest, mimik ve bakışlarında görüyoruz. Eren’in Reyhan’a baktıkça istemsiz gülümsemelerinden, yer yer bedenini bulunduğu yerde kımıldatmaya duyduğu ihtiyaçtan; Reyhan’ın kendisi gibi kaçan gözlerinden, ağzından tek bir iyi söz kaçarsa gerisinin de geleceğini bildiğinden sürekli kilitlemeye çalıştığı dudaklarından… “Görülen bir ses”e dönüşüyor her şey ikili soluk aldıkça.
(Tam da burası Selen Uçer ve Ece Dizdar’a bir saygı duruşu çakmanın yeridir!)
Değinmek istediğim bir diğer konu da Ümit Ünal’ın sıkça büyüyle karşımıza çıkardığı muğlaklık. Bu da dramın, travmaların ağırlığını kıran bir şey ve sanırım bunu seviyorum. Kendisinin de deyişiyle “büyüye inanmayan bir karaktere ‘ya varsa?’, inanana da ‘ya yoksa’ dedirtmek…” Çok akıllıca. Zira bu sorgu ve muğlaklığı bireysel inanç sistemlerimiz içinde de yaşadığımız olur. Bir dertten sıyrılamayıp gittikçe battığımızda şaka yollu da olsa “yoksa biri bana büyü mü yaptırdı yahu?!” diye bir düşünürüz, güleriz. -Yoksa?..-
Otoriteyle ezelden sorunlu karakterlere sirayet etmiş derin bir kaybolma, sıkışmışlık hali var ve bunun ağırlığını son dakikaya kadar onlarla yaşıyoruz. Onların bunu deneyimleme biçimleri zamana dağılmış ve yaşam içinde ayrılmışsa da adı aynı bu duyguyu yaşıyorlar; yitikler kendi dünyalarında. Birbirleriyle kavgaları da bu yitikliğin, yersiz-yurtsuzluğun yorgunluğundan. İtiş-kakışın yaşandığı sahne de zira Eren’in dinlenmiş ve tazelenmiş öfkesiyle anlatmaktan ve anlamamaktan yorulması, Reyhan’ın yeniden ısıtılamayacak kadar bayatlamış öfkesiyle anlatamamaktan ve savaşmaktan yorulma anının tezahürü adeta. Bir düğümün iki kişinin iç içe geçmesiyle çözümü. Bu yoğun anın da üzerine başka çareleri olmadığı fikriyle aşkı yok etmek için çıktıkları bu yolda; saklı bir kendilerini bulma, rahatlama, kök salma hedefi var. Çizilen sınırları aşma… Daha yükseğe, en yükseğe çıkma... Kazma, gömme ve yeniden doğma; boşalma ve yeniden dolma hedefi. Oldukları gibi. Bu kez öyle.
Film bu yokuşlu yolda karakterlere duraklar yaratıyor ve bunun maksadı yeni ortak deneyimler yaşatmak, bağı güçlendirmek, bugünü yarının yeni anısı yapmak. Yine de ana durak filmin genel yapısına uymayı pek becerememiş gibi duruyor. Bağ kurabileceğimiz ortak sosyokültürel donatıları olan filmde zombi anlatısını en makul seçenek olmayabilir. Ya da belki; burada toplum baskısı, kuralcılık, limitler ve kendinden olmayanın üstüne gitmek, dışlamak gibi şeyler zombi sürüsünün ta kendisiyken bu bağlantı genel durumdan ziyade mevcut durum eksenine alınarak daha iyi kurulabilirdi.
Benim ne düşündüğümden bağımsız olarak Ümit Ünal’ın zombi anlatısıyla ilgili “Zombi bir toplumun unuttuğunu sandığı şeylerin kalıp geri gelişi, kendini zorla hatırlatışıdır.” dediğini de yazmayı borç bilirim.
Bir dakika… Bu durumda Eren de Reyhan’ın zombisi olabilir mi?..
...Derken Gökhan filmin büyük bir kısmında tıpkı "It Follows"daki gibi ikilinin peşinde ve biz de onun gözlerindeyiz. Kameradaki sarsılmaları Gökhan’ın sarsıntısı, soluk soluğalığı, bulanıklığıyla eşleyebiliyoruz. Perspektif olarak her ne kadar Gökhan’ın röntgenciliğine ortak olmak istemesem de kompozisyonda sarsıntıları bu gediğe oturtmak mümkün. Uygar Özçelik'in Gökhan olarak çoğunlukla bakış ve ifadeleriyle ortaya koyduğu oyun da oldukça başarılı.
Şunu da söylemeliyim: kişisel olarak yakın planları çok sevsem de sevişme sahnesinin parçalı verilmesi bende bir “hazzı bölme” duygusu, düşüncesi yarattı. Eminim birbirinden güzel bu iki kadın geniş açıya sığmaz, taşarlardı oyun güçleri ve kimyalarıyla.
Sanırım ben; gün batımında harlanan tutkunun arkasını daha bütün görmek ister ve perspektif olarak Reyhan ve Eren’le tam da Aya Yorgi dolaylarındayken aşka vurgun bir başka ruh olarak var olmayı; masada kahkahayla, sokakta kavga ve coşkuyla, gün batımında şarkıyla onlarla orada olmayı yeğlerdim; bunlar ayrı.
(Selen Uçer'e not: Selen Hanım, sesiniz sahiden bir başka insanı ağlatabilir güzellikte ve bu çok saçma?! Çünkü biraz fazla güzel?!! Büyü?)
Omuz kamerasıyla, düşük bütçeyle kaydedilen film kesinlikle iyi kotarılmış bir iş. Renklerle duyguların pekiştiğini ve doğal ortamlarla gerçekçiliğin arttığını rahatlıkla görebiliyoruz. Mekan olarak içinden çıkılması belli koşullara bağlı olan, izole, yaşam akışının aynı anda içinde ve dışında olan Büyükada'nın seçilmesi de neredeyse elzemmiş. Figüransız ve natürel ışıkla çekilmiş bu filmde planların bazıları adanın da yardımıyla öyle güzel fotoğraflar ortaya koyuyor ki; bütçe biraz daha yukarıda olsa tüm bu materyallerle ve kimyaları bu denli uyan bir ikiliyle ortaya daha neler konurdu, diye merak etmeden edemiyorum!
Birer sekans da olsa büyük usta Ayşenil Şamlıoğlu ve Emrah Kolukısa'nın oyunculuklarını izlemek, karakterlerinin eksantrikliklerine rağmen bir anda tanıdık birilerine dönüştürmelerini görmek çok zevkli.
Ayrıca yaratılan film müzikleri ve yaratılmışlardan Ezgi Altıner’in Künk’ten bugüne “Rüya bozumu” tercihi muhteşem! Her şeyin duygusu yerli yerinde!
Yerli sinemada Atıf Yılmaz’ın 1992’de çektiği “Düş Gezginleri”nden sonra ana karakter aşkı odağına kadın kadına aşkı alan, odağın hiç kaymadığı bu işi; ana dilimde, çıktığım yokuşlarda, bildiğim içkiler ve tanıdığım acı tatlarla izlemek sahiden büyülü bir deneyimdi.
Kuir reprezantasyona hasret, bu bağlamdaki yapım sayısı bir insanın parmak sayılarını güç bela geçebilen yerli sinema tarihimizde bu filmi yine kendi filmi olan "Nar"ın üzerine çok güzel ve gerekli bir güncelleme olarak görüyor; Aşk, Büyü Vs.'nin kendisine iyi ve değişmez bir yer edindiğini düşünüyorum.
Bu yerlerden bir diğeri de gönlümdeki taht olabilir açıkçası. Aşklandım, büyülendim vs!
...
Acaba Aya Yorgi’ye doğru neler düşündüler birbirleri için? Bu büyünün bozulmasını sahiden istediler mi?.. Büyü bozulmadı mı şimdi?.. Ay, aman! "Bu metnin gidişinden sıkıldım, hadi havayı değiştirelim. Bi' gülün.” Aşk var işte, gülün. Aşıklar evet; memleket bu haldeyken! Gülün gülün. Pembe de duydu, siz de duyun. Aşk var, bi' gülün.
Furkan Şahan
2021-06-23T16:53:40+03:00ıyazınızı gerçekten çok beğendim cinematrix____ hesabımda yazılarınızıı paylaşmak isterim reklam alırsak eğer kendi payınızı alıcağınızı da bildirmek isterim
Pınar Kılınç
2021-05-28T03:19:51+03:00Teşekkür ederim 🌹