Bir insan bir insana ancak bu kadar iyi gelebilirdi, dedim. Düşündüm, düşündükçe zihnimde canlandı ellerin, gözlerin, tenin... Gözlerimi kapattım işte oradasın. Hayaline sarıldım biraz da öpüp kokladım, ah nasıl da özlemişim. Nasıl oluyor da bu kadar uzaktayken aynı zamanda bu kadar içimde olabiliyorsun? Nasıl da ruhuma işlemişsin. Benliğime, bilincime ve hatta bilinçsizliğime karışmışsın. Damarlarımdaki akan kan damlacıklarında, her hücremdesin. Aşk bir bütün olma haliymiş, dedim.


Ruhunun aynası olan birini bulmak ne büyük şans, dedim. Bu garip devirde aynı dili konuşabildiğin birinin olması ne büyük şans... Bir zamanlar yalnızca yalnızlığınla sohbet ederken karşına ruhunun dilinden anlayan birinin çıkmasıymış aşk. Karmaşıklığa sebep olmadan sessizce birbirinizin o rutin sessizliğine karışıp tek ruh halinde konuşmakmış. Gün bitip ay göğe yükseldiğinde, o loş odada sabahlara kadar hayatı konuşmak, sorgulamak, düşünmekmiş. Öte yandan bazı günler ayrı kalıp hasret çektiğinde bile kavuştuğun an; kaldığınız yerden sonsuza kadar o anı yaşayacağını bilmek, huzur duymakmış. Aşk sessizliğini paylaşıp tek benlikte aynı sessizliği konuşmakmış, dedim.


Her insanın yaraları vardır. Kiminin daha derin, kiminin daha büyük, kiminin daha gizli... Yaraları görebilmek, sarmasına izin vermekmiş aşk. Tüm zaaflarınla teslim olmak, kaçmamak, saklanmamakmış. Güvenebilmek, ruhunu kendi elinle teslim edebilmekmiş. Aldığın o yaralı ruha sahip çıkmak, öpüp koklamak, merhamet etmekmiş aşk. Utanmadan, sıkılmadan ağlayabilmekmiş. Aşk, sevdiğin insanın her şeyi olabilmekmiş. Ailesi, sırdaşı, ruh eşi, hayat arkadaşı... O seninle olduğunda “işte her şey tamam” diyebilmek, dedirtebilmekmiş. Aşk, bir insanın yuvası olabilmekmiş, dedim.


Aşkı anlatmaya kalksak yıllara, koca koca hayatlara sığmaz, dedim. Tıpkı yıllarca yazıp okunan, çalıp söylenen, oynanıp izlenen tüm aşk hikayeleri gibi. Seven sevilen, aşkı anlayan anlatan, yaşayan yaşatan tüm insanlığa sevgiler.



Bana aşkın en güzelini yaşatan ruh eşim Halil’e...