İşten çıkmış hızlı adımlarla eve doğru yürürken kaldırım kenarındaki ağaçların arkasından sesler geldiğini duydum. Durup kulak kabarttım, inlemeye benziyordu. Sesin ne taraftan geldiğini anlamaya çalışıyordum. Telefonumun ışığını açıp karanlığa doğru tuttum. Biraz ileride yaralı bir yavru köpek yatıyordu. Acıyla inleyen hayvana yaklaştım, bacağı kan içindeydi.

Bir an ne yapacağımı bilemedim. Yardım istercesine etrafıma bakındım ama nafile. Kısa bir tereddüdün ardından montumu çıkarıp hayvanı sardım. Kesik kesik nefes alışı ve adeta yalvaran bakışları paniğe kapılmama neden oluyordu.  

Karşımdaki sonuçta bir canlıydı, çabuk olmalıydım.

Kucakladığım gibi yola fırladım. Taksi çevireyim dedim ama vaziyeti anlayan basıp gitti.

Zihnim küfür sıralarken kalbim “Dayan!” diyordu. Ne kadar yürüdüğümü bilmiyorum.

Nihayet! İşte, kurtarıcı tabela karşımdaydı. Sonrası ise yaklaşık bir buçuk saat süren heyecanlı bir bekleyiş.

Veteriner, “Açık kırık vakası. İlk tedavisini yaptık. Yarın akşama kadar burada kalsın,” dedikten sonra teşekkür edip çıktım. Rahatlamıştım ama bir yandan da bu yavruyu ne yapacağımı düşünüyordum.

Ertesi akşam iş çıkışı yaralı can taburcu oldu. Yine kucağımdaydı ama bu kez minnet dolu gözlerle bakıyor, bakışları içime işliyordu. Eve geldiğimizde akşamdan hazırlamış olduğum köşeye, sarılı bacağına dikkat ederek yatırdım. Siyah gözleri çakmak çakmaktı. Bundan sonra ona “Ateş” diyecektim. 


Aradan iki ay geçmişti. Ateş iyileşmiş, evimizin neşe kaynağı olmuştu. Hepimiz onu çok seviyorduk. Aramızda müthiş bir bağ kurulmuştu. Her akşam sokağın başında dönüşümü bekliyor, geldiğimi görünce de havlayıp kuyruğunu sevinçle sallıyordu.


O akşam da işten çıkmış, eve doğru yürüyordum. Sokak lambalarının bazıları yanmıyor, bu da önümü görmemi zorlaştırıyordu.  

Ateş’in beni beklediği dönemece varmama az kalmıştı ki önüme üç kişi çıktı. Birinin elinde parlayan bıçağı gördüğümde kanımın çekildiğini hissettim. “Dur lan! Ağır ol bakalım!” dedi diğeri. Gaspçı olmalılardı. Kimseyle husumetim yoktu çünkü. Ürperdim. Diğeri kolumdan sertçe tutarak itti. Sendelerken, gayriihtiyari “Kimsiniz? Ne istiyorsunuz?” diye bağırıp direnmeye kalkınca kafama inen yumrukla sersemleyerek yere düştüm. Üstüme çullanıp kıyasıya vurmaya başladılar.

Can havliyle bağırıp sesimi duyurmaya çalıştım: “İmdat, kimse yok mu!”

Sadece çok uzaktan havlama sesleri duyduğumu anımsıyorum. Sonrası derin ve uğultulu bir karanlık.

Kendime geldiğimde yüzüm ıslak ve sıcaktı. Gözlerimi araladım, Ateş baş ucumdaydı ve yüzümü yalıyor, inler gibi sesler çıkarıyordu. Polis arabasının siren ışıkları yanıp sönerken onlarca kişi kendilerince yorum yapıyordu.

Bir erkek sesinin, “Hayvan deyip geçmeyeceksin arkadaş! Helal olsun şu köpeğe. Nasıl da atladı üstüne şerefsizlerin.” dediğini duydum.

İşte o an, beni kurtaranın Ateş olduğunu anladım.

Bu duygunun tanımı yoktu. Tıpkı "Anlatılmaz, yaşanır." dendiği gibi. Gözyaşlarım sessiz ama yakıcı bir hızla yanaklarımdan süzülmeye başladı.

Duygu seline kapılmıştım adeta. Dostluk, sevgi ve huzur sarmalında, yaşadığım şok, canımın acısı, her ne varsa hepsi geçmişti sanki.

Ateş, hırıltılı sesler çıkararak yüzümü, saçlarımı yalamaya devam ediyordu. Sinirli ve endişeli olduğu hissine kapıldım. Sağlığımla ilgili tereddütleri var gibiydi.

Ambulansın sirenini duyduğumuzda derin bir nefes aldığını hissettim ya da zannettim. Bunun adına ne derseniz deyin, sevgi denen duygu; canın, yaşam enerjisinin ana kaynağı.


Sağlık görevlileri, hızlı hareketlerle ambulanstan inerek beni sedyeye aldılar. Götürüyorlardı...

Ateş’e minnetle bakarak mırıldandım: “Sağ ol, can dostum.”

Aracın kapıları kapanıp hareket ettiğinde Ateş'in havlamalarını duydum.

"Geçmiş olsun, geçmiş olsun. Çabucak dön, olur mu?" der gibi.