ATM’ye para yatırmak için uzun bir yolu kat etmek adına evden çıktım. Havanın nemli ve sıcak olması gecenin serinliğini örtbas ediyordu. Yorucu ve boğucu bir yol. Sağımda ve solumda yol boyunca uzanan işletmeler dizili. Ramazan ayının verdiği sessizlik esnafın sattığı şeylerle daha çok ilgili olmasına neden oluyordu. Camiye sığmayan bir cemaatin cami dışına taşması içten içe ramazanı hissettiriyordu. Teravih ibadeti, özel kılıyordu kısa ve sıcak yaz akşamlarını. İmamın sesinin cami dışında duyulması camiye gitmeyen insanlarda uyarı niteliği taşıyordu. Küçük bir dükkânın önünde oturan iki küçük kız çocuğu ve iki olgun bayan belirdi. Sesini kısması için küçük kıza fiziki ikaz veren olgun bir bayan imama selam gönderiyordu. Sonra hafif bir ağlama… Caminin önünde ayakta bekleyen birkaç genç. Ellerinde “Turkish Delight” yazılı kutular göze çarpıyordu. İşlenen günahlara sevap yetiştirme ritüeli… Ortaokul yıllarında Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinde öğrenmiştik ‘iyi niyet’in ehemmiyetini. Yapmak ve yapmamak arasındaki ince çizginin fark edilmesi… Severiz toplum olarak bu iki kelimeyi. Daha sonrasında fiiliyata dökülmeyen eylemlerin zamanda asılı kalması yamandı ‘iyi niyet’e. Çoğu zaman ‘ama benim kalbim temiz’ cümlesi ile yer değiştiriyordu fark edilmeden. Aralarındaki sessiz ve amansız kavga insanlara bulaşmadan devam ediyordu. Kalbim temiz ve iyi niyet gibi dil alıştırmaları günlük kullanım miktarını aşmıyordu hiçbir zaman.
ATM’ye parayı yatırdıktan sonra aynı yolu geri dönmek için tekrar yola koyuldum. Bir kahvenin önünde oturan orta yaşta birkaç adam… Ellerindeki sigaradan çıkan dumanlar göze saldırıyordu. Kaşıntı ve gözün yaşarması… Yolun sağında bir Cafe. Gençlerin daha çok ilgilendiği bir mekân olmalı. Oturanlar ellerindeki cep telefonlarıyla iletişimi süslüyorlardı. Bir kelam, telefona bir selam… Sıkılmamak için tercih edilen bir yer fakat sıkılmanın yegâne aracı olan telefonlar…
Az ilerde kahvenin birinde tanıdık bir sesi işittim. Yusuf Dayı ve arkadaşı Ozan Ali. Çaylarla birlikte muhabbet de yola koyuldu. “Çocukken kaplumbağaları gördüğümüz yerde kabuklarını kırıp sopalara takardık. Büyüklerimiz bize onların cennetin yolunda birer engel olduklarını anlatıp durdular. Onların yüzünden ne çok günaha sırt verdik” diye içerleniyordu Yusuf Dayı. Ozan Ali iki elini masaya uzatmış yorgun ve kararlı gözlerle konuşulanları başıyla onaylayıp konuşmanın bitmesini bekliyordu.
“ Yâre uzanan elim candı,
Yarene uzanan dilim baldı,
Mevla için sine’m yandı,
Gerisi hepten yalandı…”
“Eskiden imamlar, ibadetleri daha samimi ve pazarlıksız yaparlardı. İşin içine, paraya hizmet eden hurafe ve söylentiler girince samimiyet ve içtenlik azaldı. Kaybolduk. Asıl kaynağı kaybettik.” diyerek şiirin sonuna nesiri de eklemiş oluyordu. Konuşan ve dinleyen değişmiyordu. Tekrar Yusuf Dayı, tekrar Ozan Ali… ‘Tazelenen’ çaylar, sürekli dinleyen biri için bir baş belasıydı. Elle, dille, bedenle yapılan bütün ibadetler neden sadece tek bir aya sığdırılsın? Konuşan ve ‘bilenler’ neden hep büyükler olsun…?
“Aşk derdine kıl beni derman,
Gönül firar eder, halim yaman,
Senden gayrı var mı ki sevdam?
Umdum döküp ziyan etme Mevla’m.”
Son dörtlükle kendimi uğurlayıp evin yoluna tekrar koyuldum. Sıcak ve boğucu hava söylenenleri daha acımasız kılıyordu. Eve vardığımda bilgisayar hala açıktı. Ekrandaki görüntü Yusuf Dayı’dan, Ozan Ali’den ve esnaftan hepten uzaklaştırdı beni. Sherlock’un dizi versiyonu hala donuktu…