Perdenin arasında kendine yol bulan güneş, yüzünün yarısını aydınlatıyordu. Bordo renkli kalın kadife kumaştan yapılan perde ışık geçirmiyordu ama o birkaç santimlik aralık, sol gözünü de kapsayacak şekilde yüzünü yalıyor, karanlıkta kalan sağ tarafından daha sıcak olmasını sağlıyordu. Karanlığa alışmış sağ gözüyle görebilmek için sol gözünü kapatıp odaya baktı. Beyaz parke zemin üzerinde önce siyah çoraplarını, sonra sırasıyla kahverengi terlikleri, lacivert valizi siyah sırt çantasını, yere dağılmış kitap ve dergileri, boş su ve soda şişelerini, sigara paketi ve izmaritleri görüp nerede olduğunu hatırladı. Yüzünün karanlık kısmının üşüdüğünü fark edip gecenin tahmininden daha soğuk geçtiğini düşündü. Oda bu haliyle filmlerdeki vampirlerin güneşten saklanmak için sığındıkları mahzenleri andırıyordu. Kendini bir vampir gibi hayal edip, yanıp küle dönmemek için kalkıp perdedeki aralığı kapatması gerektiğini düşündü. Ama üşenip sadece yataktaki pozisyonunu değiştirerek güneşten kaçtı ve yorgana daha sıkı sarılıp uykusuna dönmeye çalıştı. Bir rüya görüyordu ama onu hatırlayamıyordu. Belki uyumaya devam ederse -hani olur ya bazen- rüyasına da devam edip, sonrasında hepsini hatırlayabilirdi. Uzun zamandır rüyalarını hatırlayamıyor -görüyordu, buna emindi- bu da canını iyice sıkıyordu. O rüyalara ihtiyacı vardı. Özlüyordu onları. Bilinçaltının, pardon, yeni güncellemeyle söyleyecek olursak bilinçdışının -gerçi altının üstünün, içinin dışının, sağının solunun hepsinin canı cehenneme- oyunlarına ihtiyacı vardı. Ona bir bilinci olduğunu hatırlatıyorlardı, bir yerlerde hala var olan bir parçasının varlığının ispat edilmesine gereksinim duyuyordu. Kendi hayatına kendi yön verebildiği dönemlere bir özlem, bir saygı, bir hayıflanma, bir, bir, bir, bir şeyler duyuyordu işte. Kendini sonbaharda dalından kopan bir yaprak gibi hissediyordu. Bir müddet havada salındıktan, kısa bir özgürlük duygusuyla dolup taştıktan sonra yere düşüp birkaç kemiği kırılan, yağmur sularının onu sırtlayıp sokak sokak, cadde cadde gezip birinin ayakkabısının tabanına yapışan, bir noktada pes edip tekrar toprakla hemzemin olup çürümeye terk edilecek olan bir yaprak. Şu anki evresini bir ayakkabıya yapışmış, o ayakkabının içindeki ayakları, bacakları, kolları, gözleri kontrol eden beynin himayesinde hareket eden biri olarak görüyordu. İşte tam da bu sebepten ne kadar saçma, ne kadar gerçek, ne kadar korkunç, ne kadar güzel olmasının bir önemi olmaksızın o rüyaları geri istiyordu. Bunları düşünürken uykusu tamamen kaçmış, geri dönüp rüya görebilme ihtimali ellerinden –ya da gözlerinden- kayıp gitmişti. Susadığını fark etti. Susadığını fark eder etmez giderek şiddetlenen bir öksürük krizine tutuldu. Bir ara öyle şiddetlendi ki öksürükler, ciğeri –komple olmasa da birkaç küçük parçası- boğazından çıkacak gibi hissetti. Nihayet kriz biraz hafifleyince küçük artçılara rağmen biraz doğrulup derin derin nefes aldı. Yerde yatağın yanında duran koliden pet bardak şeklindeki sulardan birini aldı. Bardağın yarısını içmişti ki, bardağın yarısının dolu mu yoksa boş mu olduğunu düşünmesine bile fırsat kalmadan ciğerlerinden yükselen bir öksürük dalgasıyla ağzındaki çoraplarına ve valizine doğru püskürttü. Hastaydı. Bunu biliyordu. Bardağı tuttuğu elinin tersiyle ağzını sildi ve suyun kalanını da içip boş pet bardağı yere doğru fırlattı. Bardağın beyaz parke zemine çarpmasıyla çıkan ses ile beraber sanki kulakları tıkalıymış da yeni açılmış gibi odanın içindeki sesleri fark etti. Dışarıdan rüzgârın uğultusuyla beraber makine sesleri de geliyordu. Sesler normal birinin algıladığının on katı daha yüksek geldi ve baş ağrısını daha da şiddetlendirdi. Başının ağrıdığını da o zaman anladı. Kendisi yarı oturur vaziyette tutan kaslarını serbest bırakıp tekrar yatağa devrildi. El yordamıyla yerde sigara paketini ve çakmağı aradı. Bulması biraz zaman alsa da sonunda başını yastıktan kaldırmadan sigarasını dudaklarının arasına sıkıştırıp çakmağıyla yakabilmişti. İlk nefesinden çıkan dumanı perdenin arasında sızan güneşe doğru üfledi. Dumanları peş peşe güneşe doğru savururken aklına geçen gün kafede yan masasında oturan çocuk geldi. Önündeki deftere bir şeyler yazarken masada duran öykü dergisi dikkatini çekmişti. Dergiye bakarken çocuk onu fark etmiş, isterseniz alıp inceleyebilirsiniz, demişti.

-Ne yazıyorsun?

-Kendi kendime bir şeyler yazmaya çalışıyorum.

-Neden yazıyorsun peki?

-Bilmem, içimden yazmak geliyor.

-Neden yazdığını bilmiyorsan yazmayı bırak, oku. Yazmak için bir sebep bulduğunda yazarsın.

-Sanırım kendi hikâyemi yazamadığımdan, kendi hikâyelerimi yazmaya çalışıyorum.

Neden birdenbire aklına bu anının düştüğünü anladı. Kendi hikayesini yazamadığından kendi hikayelerini yazması. O da yazamıyordu kendi hikayesini, ayakkabının tabanında seyahat ediyordu. Çocuğun cevabını beğendiği için kartvizitini vermiş, verirken de eğer o da isterse hikayelerini seve seve okuyabileceğini, aramasının yeterli olduğunu söyleyerek masanın üzerine hesabından çok daha yüksek meblağda bir banknot bırakarak kalkmıştı. Arar mıydı acaba? Uzun zamandır zaruri olmadan konuştuğu tek insandı. Neden konuşma ihtiyacı hissettiğini o günkü gibi şimdi de bilmiyordu. Sigarasını bitirip küllük olarak kullandığı yarısı dolu -ya da yarısı boş mu demeli- pet su bardağının içine atıp, ateşin suyla temasında çıkan o tarifsiz sesi dinledi. Sonra bakışlarını odanın içine çevirdi. Herhangi bir hareket olmayınca, perdenin arasından sızan, sabah güneşinden gelen yanal ışığın da etkisiyle sigara dumanının odanın her yanına dağılmak yerine, bahar aylarında gece gündüz sıcaklık farkından dolayı durgun küçük göllerin yüzeyinde beliren ince sis tabakası gibi, kendi göğüs hizasında -boyu 1.80’den biraz uzundu- havada asılı durduğunu hayranlıkla izledi. Bu görüntü bir film sahnesinde kullanılabilir -küçücük bir aralıktan sızan sarı sabah güneşi, loş bir oda, havada süzülen ve onun baktığı açıdan fona bordo renkli kadife perde denk geldiğinden daha da belirgin olan sigara dumanı ve yatakta yatan bir adam- diye düşündü. Film gibi bir hayatı yoktu, daha doğrusu daha önce çekilmiş filmlere benzer bir hayatı yoktu, belki ileride onun hayatına benzer bir film çekilirdi ve o da film gibi hayatım var diyenler kervanına katılabilirdi böylece. Ya da kimse o topa girmez, eski filmlerin yeni varyasyonlarıyla şimdiye kadar olduğu gibi geçip giderdi hayat. Saatin kaç olduğuna bakmamıştı, merak da etmiyordu zaten. Hangi günün sabahına uyandığını dahi bilmiyordu. Doğruldu ve yatağın ortasına çıplak ayakları soğuk beyaz parke zemine basacak şekilde oturdu. Yerde duran dışı metal termosa uzandı, metal buz gibi soğuktu, içindeki dün geceden kalma acı kahveden birkaç yudum aldı, o da buz gibi olmuştu. Kahve boğazından aşağıya akarken boğazının da ağrıdığını hissetti. Termosu yere bıraktı. Havada salınan sigara dumanına doğru üfledi ve neredeyse katı bir madde gibi asılı kalmış duman bütün odaya dağıldı. Paketten bir sigara daha çıkarıp yaktı, çakmak ancak üçüncü denemesinde önce kıvılcımlar çıkarıp sonra alev almıştı, buna sinirlenip çakmağı da az önce boş pet bardağa yaptığı gibi yere fırlattı. Çakmak herhangi bir parçası kırılmadan ayrılabileceği kadar parçaya ayrılmıştı ek yerlerinden. Gözü duvarda asılı montuna kaydı ve cebinde bir çakmak daha olduğunu hatırlayarak rahatladı, o dağılan parçaları birleştirip çakmağı tekrardan kullanılabilir hale getirmeye üşenmişti zira. Karnından gelen gurultu sesi öyle yüksek çıktı ki -ya da ona öyle geldi, hala başı ağrıyordu- en son ne zaman bir şeyler yediğini düşündü ama hatırlayamadı. Midesi bulandı, boş mideyle içilen sigara bu etkiyi yaratıyordu. Midesine son giren şeyler bir bardak su ve birkaç yudum soğumuş kahveydi. Ayaklarını bastığı beyaz parke zemine kustuğunu hayal etti. Rengi kahveden dolayı bir ton daha koyulaşmış sarı safrayı parke zeminde, üzerinden buharlar tüterken gözünün önüne getirdi. Midesi daha da bulandı ama kusamayacağını biliyordu. Ne kendi iradesiyle ne de iradesi dışında. Biliyordu çünkü kendi safrasını bunca yıldır hiç görmemişti, bu haldeyken kusamazdı o. Boynunu önce sol omzuna sonra sağ omzuna doğru yatırarak kütletti. Biraz rahatlattı bu hareket onu. Bulantıyı bastırsın diye termosu yeniden eline aldı, ama ağzına götürmeden hemen önce sigaranın külünün uzamış ve düşmek üzere olduğunu gördü –sigara tuttuğu eliyle almıştı termosu-. Termosu bırakmadan elinin hemen sağında duran küllüğe çırptı sigarasını, dökmemişti yere. Bakışları küllüğün ve elinin üzerine vuran güneşi takip ederek duvardaki kendi gölgesini buldu. Sanki aynadaki görüntüsünü inceler gibi duvardaki gölgesini incelerken buldu kendini. Yüzünün profiline, elindeki sigara ve termosun hareketlerine kilitlenmişti adeta. Bir gölge olarak yaşasak nasıl olurdu acaba diye düşündü. Giydiğimiz kıyafetin renginin, gözlerimizin renginin, tenimizin renginin, saçımızdaki beyazların, yüzümüzdeki kırışıklıkların, bizi biz yapan neredeyse tüm detayların siyahların içine karışıp kaybolduğu bir hayat, herkesin siyah, herkesin eşit, gerçekten eşit yaşadığı bir hayat. Bunları düşünürken odanın kapısının tıklatılmasıyla irkildi. Vakit gelmişti demek. Kapı tekrar, bu sefer daha sert tıklatıldı ve dışarıdaki adamın sesi duyuldu.

-Hey.

-I’m up and coming. Just give me a minute.

Sigarayı yarısı boş olan bardağın içine attı ve çıkan sesi dinledi. Termosu yere bıraktı. Çıplak ayaklarına baktı. Tırnaklarımı kesmeliydim diye düşündü.


23 Ocak 2019

Hasankeyf -1