İnsanın hayatında hiç unutamadığı öyle anılar vardır ki bu anılar olmadık zamanlarda belirir, insanı şimdiden alıp ta o günlere götürür. Bir akşam vakti eşinle kahve keyfi yaparken, günün hafif serinliğinde kahvaltı masanda çayından bir yudum alırken… Berberde tıraş olurken, berberinin bir hikâyesini dinlerken, yolda kendi hâlinde yürürken… Sözün özü, hayatın bir yerlerinde nefes almaya devam ederken… İnsan, derin bir uykuda gördüğü, gerçek olmasını katiyen istemeyeceği bir rüyadan uyanır gibi; kendini gerçeklerin, tam da o günlerin kollarında buluverir. İşte geçenlerde tam da bu oldu. Hafta sonu tatilimizi değerlendirmek için eşimle küçük bir gezintiye çıkmaya karar vermiştik. Hava oldukça sıcaktı. Bırakın yaprak kımıldamasını, gökyüzünde uçuşan bir kuş bile görmek mümkün değildi. Nefes alan en küçük canlılar dahi kendilerini koruyacak bir deliğe sığınmışlardı ama biz insanlar hariç! Aracımızla bir hayli yol katettikten sonra kısa bir süreliğine de olsa dinlenme ihtiyacı hissetmiştik. Bu aylarda oynanan müsabakalarda oyuncuların sık sık su molası alması gibi aracımız da muhakkak bir nefes alma ihtiyacı hissediyordu. Gittiğimiz bölge pek çok insan tarafından tercih edildiği için yol üzerinde adım başı küçük dinlenme tesislerine rastlamak gayet olasıydı. Ama insan, seçeneğin bol olduğu zamanlarda bir türlü karar veremez ya işte... Şunun şurası şöyle, bunun burası böyle; şurada şu yok, burada bu yok derken duramadan gideceği yere varmış olur. Çoğu zaman hepimizin başına gelmiştir. Ama bizim şu an böyle bir seçeneğimiz yoktu, çünkü yakıtımız tükenmek üzere; o yüzden ilk gördüğümüz yerde muhakkak duracağız. Uyarı lambasını gördükten yaklaşık bir kilometre sonra bir akaryakıt istasyonuna denk gelmiştik. Hemencecik oraya saptım. Yanında da şirin kulübelerin olduğu bir dinlenme alanı vardı. Önce aracımızın işini gördük. Ondan sonra biz de biraz istirahat edelim, hem de birkaç yudum bir şeyler içelim diye kulübelerden birine girdik. Hemen arkamızda da bir tane çocuklarıyla, anne ve baba oturuyordu. Hatta kulübeye girerken ufaklıkla göz göze gelip ona göz kırpmıştım, o da küçük bir tebessümle karşılık vermişti. Siparişlerimizi verdikten sonra arkama yaslanıp etrafı izlemeye başlamıştım. Eşimle de sohbet ediyorduk. Bugün dışarı çıkmanın ne derece iyi bir fikir olduğunu tartışıyorduk. Gülüşerek şakalaşarak içeceklerimizi bekliyorduk. İkimiz de gezmeyi sevdiğimiz için fırsat buldukça, özellikle de hava şartlarına aldırmaksızın küçük kaçamaklar yapardık. Artık bugün için bu fikrimizi değerlendirmeye açtıysak siz düşünün hava ne kadar sıcak! İçeceklerimiz geldiği an kısa süreli bir sessizlik oldu. O sırada biraz önce göz kırptığım küçük dostumun isyan çığlıklarını duydum. Duyulmayacak gibi değildi, çığlık çığlığa isyan ediyordu adeta. Eşimle göz göze geldik, gülüştük. O sırada küçük dostum şunları söyleyiverdi:

-B…’ye babası iki yüz liralık ayakkabı almış. Siz bana yüz liralık alıyorsunuz!


Küçük dostum böyle deyince ailesi tam anlamıyla gülmekten kırılıyordu, tabii biz de. Arkada onlar büyük sorunlarıyla uğraşırken ben masaya doğru yaklaşıyorum. Bir anlık değişimimi eşim de fark ediyor. Elimi şişenin üzerinde gezdirirken gözlerimin dolduğunu hissediyorum. Eşim elimi tutarak yüzüme bakıyor, bir açıklama bekliyorum der gibi. O istenmeyen rüyanın tam ortasında ya da o günlerin kucağında gibi hissediyorum kendimi. Yukarı çıkan bir asansörün yavaşlığıyla kaldırıyorum başımı. Biraz önceki gülümsememi tamamen kaybediyorum. Hiç unutmam, diye giriyorum söze. Nasıl unutulur ki. Sonra devam ediyorum:


Hiç unutmam bahar aylarındayız, hava bayağı sıcak. Daha ortaokul birinci sınıftayım. O zaman ortaokul üç sene tabii, yani altıdayım. Okulumuz mahallemizde olduğu için gidiş gelişte bir sorun yaşamıyoruz hiç. Artık okulun son zamanlarına geliyoruz, ikinci dönemin de sonları yaklaşıyor. Birkaç gün sonra 23 Nisan törenleri var. O zaman tabii büyükler katılıyor hep organizasyonlara. Bando ekibi olsun, gösteri takımı olsun, hepsi onlarda. Onun yanı sıra da diğer sınıflardan belirli sayıda kişiyi yürüyüş takımına alıyorlar. Ortaokuldan, özellikle bütün sınıflardan illa birileri oluyor. Herkes katılmak istiyor tabii. Biraz da, hatta bayağı çocukluk hevesi var içimizde. Birisi eğer seçilirse bir hafta onun cakasını satıyor bize. Ben de sınıfta başarılı öğrencilerden biriyim, o yüzden kendimin de muhakkak olacağını düşünüyorum. Herkes zaten az çok farkında kimlerin katılıp katılmayacağının. Ama ben biraz bu muhabbetlerin dışında tutmak istiyorum kendimi hatta yürüyüş için çağrılmak bile istemiyorum. Ha bu arada bir grup var, onlar her şeyden kaçmak istiyorlar. İlkokuldan iş hayatıma kadar her yerde gördüm bu insanları. En ufak bir sorumluluğu üzerine almayıp sürekli arkalarda, başkalarının gölgesinde kalmayı isteyen insanlardı bunlar. Pek anlam veremesem de bu grup, hayatın her yerinde muhakkak var. Neyse işte, bu yürüyüş dedikodusu yayılınca herkeste bir hareketlenme oldu. O gün okuldan çıktık, eve gidiyoruz ama hep bu konuşuluyor. Ortaokula yeni geçmişiz ve ilk defa bir törene katılacağız, büyük onur. Hep ağabeylerimizi, ablalarımızı izlemişiz; şimdi ise sıra bize gelmiş. O malum grup haricinde herkes o gün orada olmak için can atıyor. Ben de içten içe yanıyorum orada olmak için ama bunun pek iyi bir fikir olmadığını da gayet iyi biliyorum. Yine de eve geldiğimde büyük bir heyecanla hemen anneme koştum, çocukluk işte, engelleyemiyorsun. Ona da anlattım durumu, tabii o da emin benim seçileceğimden. O sırada da ekonomik bunalımlar neticesinde ne yazık ki babam işini kaybettiği için şehir dışında bulunuyordu. Gittiği günleri de dün gitmiş gibi hatırlıyorum. Bize bir ekmek parası dahi bırakamadan gitmişti. Onca kira borcu, hayatta kalma derdi derken annemin üzerine yüklenen yük oldukça ağırdı. Çocuk hâlimle tam olmasa da az çok farkındaydım durumun. Durum hiç iç açıcı değil. Annemle konuşurken birden ağlamaya başladım. Hemen sarıldı, kendine doğru çekti beni. Ne oldu, niye ağladın şimdi gibi bir sürü sorudan sonra biraz olsun ferahlamıştım. İşte o zaman anneme ayakkabılarımın yırtıldığını, onları zaten arkadaşlarımdan zor sakladığımı anlatmaya başladım. Okula erken gidiyordum -anneme öğretmen erken çağırıyor diye yalan söylüyordum-, teneffüslerde mümkün olduğunca yerimden kalkmıyordum. Öğretmenimiz tahtaya kaldırmak istese bile mümkün olduğunca direniyordum. Direnemediğim vakitte ise ayağımı sürüye sürüye gidiyor, aynı şekilde geri dönüyordum. Anneme bu durumu belli etmemeye çalışıyordum. Zaten başında bir sürü dert var, bir de benimle uğraşsın istemiyordum. Hemen ayakkabıları aldı eline yapıştırdı etti, dikmeye çalıştı ama nafile. İpliğin tutunacağı sağlamlıkta bir yer kalmamış. Neredeyse yalın ayak gidip gelmişim okula günlerce. Okulun da sonu yaklaştığı için hiç sesimi çıkarmıyordum, ayrıca çıkarsam da ne değişecekti ki? Elde yok avuçta yok! Annemin de gözleri doldu, gözlerini benden kaçırmaya başladı. Ben hemen içeri girdim üstümü başımı değiştirdim, koltuğa uzandım. Ağlaya ağlaya uyuyakalmışım. Annem akşam yemeği için uyandırdığında bu sefer yüzü gayet gülüyordu. Ben de gülerek kalktım, yüzümü yıkayıp sofraya oturdum. O geceyi öylece atlattıktan sonra ertesi gün tabii erken gitmem için annem salmadı. Öyle olunca ben de hiç gitmek istemedim okula, annem buna da müsaade etmedi. Kahvaltıyı yaptım, ben yine ağlamaya başladım. Annem odadan çıktı, beş dakika falan gelmedi. Sonra beni dışarı çağırdı, elindekileri görünce şaşırdım. Elindekileri göstererek “Bunlarla gideceksin artık okula.” dedi. “Hem havalar ısındı, ayakların da rahat eder.” dedi. Yaklaştım, sırtımda çantamın ağırlığını artık hissetmiyordum. Annemi geçtim, yerde duran terliklere bakmaya başladım, annem arkamda kalmıştı. Döndüm ve anne dedim, bunlar tuvalet terliğimiz. O zaman bana sarıldı. Gözyaşlarını görmüyordum ama hıçkırarak ağlıyordu. Hiçbir şey demedi, ben de ağzımı açmadım. O naylon tuvalet terliklerini giydim, başım önde okula gittim. O yaşta çocuk olursun da seninle alay edilmez mi? Ettiler. Güldüler, eğlendiler. Terlikle okula mı gelinirmiş, hele de bu tuvalet terlikleriyle… Ben üzülüyordum elbette ki. Tek hatırlamadığım şey, nasıl oldu da teneffüse çıktım bilmiyorum. Bahçede yine böyle köşe bucak dolaşırken müdür yardımcımız A…’nın bana seslendiğini duydum. Altı basamaklı merdivenin başında, elleri arkadan bağlı, göbeği daha önde dağ gibi karşımda duruyordu. Ben hemen geldim, iki basamak çıktım henüz göbeğinin seviyesine gelebilmiştim. Ellerimi önümde bağladım, başımı önüme eğdim, ayaklarımı birbirinin üstüne koymaya çalışıyor ve bir şeyler demesini bekliyordum. Baştan ayağa süzdüğünü hissediyordum, bütün bakışları vücudumdaydı. Bir süre sonra bana, “Senin ayakkabın yok mu?” dedi, sesindeki ifadeyi pek anlayamadım o an. Başımı kaldırmadan titreyen dudaklarımla, “Yok öğretmenim!” diyebildim. Yine aynı ifade ile, “Bu şekilde yürüyüşe gelemezsin o zaman!” dedi ve ben bir daha başımı kaldırıp yüzüne bakamadım. Arkasına bakmadan içeri girdi. Ben de arkama bakmadan koştum. Defterimi, kitabımı, kalemimi her şeyimi orada bırakıp koştum.


İşte bu sefer de bir gezinti de yakalamıştı beni, bu unutulması mümkün olmayan o an!


Temmuz 2020/Taşlıçay