Saat sabahın beşi, kuşlar cıvıldaşıyor balkonda. Kalkıp işe gitmem,evrakları teslim etmem lazım. Bunun için o kadar yorgunum ki, kalkamıyorum yatağımdan. Gözlerim tavanın çatlamış boyalarına kayıyor. Daha yeni boyamıştım oysa…Her şeyden elimi eteğimi çekip annemin İzmir’deki aile yadigarı evine taşınmak geçiyor içimden. Nerde o günler, keşke bu cesarete sahip olabilsem. Ben ise sabah sekiz akşam beş işimde sıkışıp kalmışım gıkım çıkmıyor. Hayret cidden nasıl böyle bir şeye katlanabiliyorum. Şehir şehir gezmek, yeni lezzetli yemekler yemek varken. Dediğim gibi cesaretsizim bir miktar.
Kırmızı kareli battaniyemi ayaklarımla üstümden atıyorum, oturuyorum yatağa. Aç da değilim, midem bir şey de almaz bu saatte zaten. Ne yapsam diye düşünüyorum, yerde duran bir Çehov kitabı gözüme takılıyor. Elli beşinci sayfada kalmışım, ordan okumaya devam ediyorum. Tam kitaba dalmışken dışarıdan güm diye bir ses kulağıma geliyor, koşarak balkona çıkıyorum. Bir de ne göreyim! Her yer kıpkırmızı kan…Başımı biraz daha eğince bir beden dikkatimi çekiyor. Bu bizim dördüncü kattaki Ayşegül değil mi diyorum içimden. Kendimi dışarda buluyorum. Ayşegül evet…yüzü gözü parçalansa da onun sarı saçlarından anlıyorum o olduğunu. İntihar etmiş…ama neden? Ben onu mutlu sanırdım. Hep gülerdi, kısa kısa sohbetler ederdik kapı kenarında. Yaptığı rezillikleri anlatır kahkahaya sokardı ikimizi de. “Ayşegül, sen mutlu değil miydin?”diyorum sessizce. “Neden ölmek istedin, neden yüzünde kan var şimdi?”