Özet:
Bu kavramı sorguladığım çok anlar oldu hayatımda. Zaten belki insanın hayatta sorguladığı ilk değil ama ikinci şey. Gözlerimiz 20-25 cm'den ötesini görebilmeye başladığı andan itibaren hatta onun da öncesinde “Ya şu kokudan süt geliyor, bana iyi geliyor ama şu diğer, biri daha var, o kim?” şeklinde düşüyor akla bu sorgulama. Hele 6-7 aylık olup oturabilmeye başlayıp evin tavanı haricindeki yerleri de görebilmeye başladığımız zaman kesinleşiyor: “Evde anne dışında biri daha var!” diyoruz. (Tabii bu arada tek anne, tek baba gibi istisnalar da mevcut.
(İki anne veya iki baba mevzusu şimdilik sadece Netflix’de var kafamızda, buralar ona çok hazır değil.) Peki bu ikinci kişi kim diye sorguluyoruz sürekli. Ergenlikte tekrar bir sorgulama dönemi alevleniyor. Benden sorumlu olan, beni yaratan bu kişiler kim? Tabii bu dönemdeki sorgulama süreci, beraberinde yargılamayı da başlatıyor. Çünkü birçok “bilgi” var elinde, veriler artmış durumda. Ve bu sorgulama/yargılama “genelde” çok sert geçiyor. Ve karakter gelişiminde belki de çok daha önemli bir etkiye sahip oluyor. Tabii bu dönemde seven baba da oluyor, sevmeyen de oluyor. Belki baba olmaktan pişman olanlar oluyor. Sorgulamamın devamında buralarda daha da derine inmeye çalışacağım. Ve sonrasındaki büyük sorgulama zamanları da babayı kaybettiğimiz zaman veya kendimiz baba olduğumuz zaman oluyor.
Benim hayatımda da doğal olarak böyle bir süreç oldu şu anıma kadar. Ve baba olmaya karar verdiğim andan bu yana da bu sorgulama gittikçe büyüyor, çeşitleniyor.
Yaşamakta olduğumuz bu salgın günlerinden doğan sorumluluğumuzun büyüklüğü, sorgulamamın da büyüklüğüne sebep oldu. Ki bu konuda hep not aldığım bir şeyler vardı. Onları da derleyip sorgulamamı derinleştirmeye çalışacağım. Ve bunu yaparken de sadece düşünmeyip yazıp, paylaşacağım. Çünkü son günlerde daha da farkına vardığım bir sorumluluğumuz da şu ki; çocuklarımız gelecekte, geçmişe daha da bilgiyle bakabileceği yaşlarında, bizi yargılayacak. Aslında şu anki varlığımız, çocuklarımızın gerçek zamanlı anıları. Nesiller geliştikçe anne babalar ile ilgili bilginin kalitesi ve netliği de artıyor. Evdeki duvara asılı siyah beyaz resimlerden başka kendinden bir şey bırakamamış (maddiyattan bahsetmiyorum) nesiller çok uzak değil. Oysa bizim bırakacaklarımızın hepsine bakamazlar bile gelecekte. Bir sürü videolar, sosyal medya paylaşımları… Kişinin babasına göre de değişiyor tabii; çocuğuna dinleyecek saatlerce müzik bırakan bir Fazıl Say var mesela değil mi? Ve onun hakkında yazılan tonla şey. Ve bu sorgulama/yargılama onların karakterini belirleyecek. Dolayısıyla ellerinde ne kadar çok sağlam veri olursa, o kadar gerçekçi ve sağlıklı bir sorgulama sürecine gireriz, babalar olarak. Bu yüzden kim olduğumuzu ne kadar sorgularsak, bunun ne kadarını bulabilip, neyi nasıl aktarabileceğimizi ne kadar öğrenebilirsek, o kadar iyi.
Düşünsenize 40’lı yıllarda doğmuş bir Almanın aklı erdiği bir yaşında babasının Nazi olduğunu fark ettiği zamanı. Eğer ki normal düşünebilen ve bilgi sahibi biri olmuşsa epey utanır babasının o halinden. Belki de bu yazıyı, gelecekte yaşayacağım sorgulamanın savunma yazısı olarak da düşünebiliriz. İyi bir baba olup olmadığım kararını vermek haddime değil, bunun kararını ancak kızım verebilir. Sadece bu derin ve uzun soluklu sorgulamamın, düşüncelerimin detayları. Beynimdeki babalık ile ilgili kısımların bir dökümü…
BABA VE ÖLÜM
…
Kapı açıldı, görevli içerden çıktı. “Buyurun babanıza son kez veda edin, öpün koklayın, bir daha görmeyeceksiniz” dedi. Ben, abim ve Şadan Abi, çenelerimiz titreyerek içeri girdik. Her zamanki gibi hafif öfkeli bir yüz ifadesiyle uyuyor gibiydi. Onu babam yapan her şey aslında oradaydı. Tüm atomlar, moleküller oradaydı. Uyuduğu halinden tek farkı nefesti. Yani ağızdaki rüzgar…
Böyle yazmışım o anki düşüncelerimi. Daha öncesinde ölümü dolayısıyla ruh kavramını sorgularken ruh kelimesinin Aramice “esinti” anlamına gelen sesten, spirit’in de benzer şekilde Yunancadaki rüzgar anlamına gelen kökten türediğini öğrenmiştim. Ama bu kelimenin, kavramın ortaya çıkışını o sırada anlamıştım, özümsemiştim. Ağzımızdan çıkan o rüzgar yoksa, geri kalan maddenin hiçbir önemi yok. Bunu deneyimleyen eski insanların ruhun varlığına inanmasından normal ne olabilir ki?
Freud psikoloji ve psikiyatri biliminin “babası” olarak, babalık kavramını çokça ele alıp irdeliyor doğal olarak. Darwin’in biyoloji konusundaki araştırmaları, psikolojinin evrimsel olarak yeniden ele alınmasını sağlıyor filozoflar ve bilim insanları tarafından. Ve bilimin bu altın çağında yeri hala doldurulamayacak önemli kitaplar çıkıyor ortaya. Freud babalık kavramı ile ilgili en derin düşüncelerini “Hz.Musa ve Tektanrıcılığın kökenleri” kitabında yazmıştır. Bir de tabii Jung ile sert mektuplaşmalarından birinde yazdığı meşhur yazı var. Jung’un psikanalizini yapıyor ve kendisini baba figürü olarak görüyor olmasından dolayı fikirlerine karşı geldiğini biraz da aşağılayarak yazıyor. Buradan da aslında kendisini de Jung’un babası olarak gördüğünü anlayabiliriz. Baba ile oğul arasında açığa çıkma miktarı değişse de yaşanan bir çatışma dönemi mutlaka oluyor. Peki bunun sebebi ne? Baba-oğul ilişkisi, insanları hatta tüm insanlığı ne şekilde ve ne kadar etkiliyor? Bu konuda doğadaki ve insandaki bazı örnekleri ele aldığımızda etkinin ne kadar büyük olduğu ortaya çıkıyor.
Doğadaki örneklerde en yakın akrabalarımız olan primatlardaki davranışlara bakarsak, beynimizin ortak atalarımızdan kalan kısımlarındaki etkileri hakkında da fikrimiz oluyor. Primatların çoğunun (goril, babun, makak, şempanze vb…) aile yapısı, sürüdeki tüm dişilerle çiftleşme hakkına sahip tek bir alfa erkeği ve onun eşleri ve çocuklarından oluşuyor. Bu türlerdeki (ve muhtemelen ortak atalarımızdaki) genç erkeklerin, bir alfa erkeği olup kendi soylarını devam ettirebilmeleri için yapabilecekleri tek şey ya babalarını ya da başka bir sürünün babasını öldürmek. Ve bunu yaparak baba olabilen her alfa erkeği, doğal olarak oğullarını aynı zamanda kendilerine rakip olarak görür. Özellikle ergenlik yani baba olabilme potansiyeli başladığı anda bu rekabet, ölüme kadar gidecek çatışmalar da başlamış oluyor. Nihayetinde oğullardan biri babasını öldürüp, alfa erkeği oluyor. Maymunlarda görülen ve “yamyamlık” olarak nitelendirilen davranışlardan biri de babanın kudretine sahip olmanın bir ritüeli/töreni olarak da değerlendiriliyor. Atalarımızın ve akraba primatların babasını öldürdüğündeki hislerini elbette bilemeyiz ancak insanlarda genelde babaları öldüğünde ortaya çıkan yoğun vicdan azabı, suçluluk ve pişmanlık hislerinin kökenlerinde bu geçmiş yatıyor olabilir.
Freud kitabında bunların insandaki etkilerinin dinlerdeki birçok kavram ve ritüelde ortaya çıktığına işaret ediyor. Hristiyanlardaki, baba-oğul-kutsal ruh kavramları; yani kendisini, yine kendisinin oğlu olarak dünyaya gönderen bir tanrı, insanlığın da baba figürü oluyor. Ama oğullar bu babalarını çarmıha gerip öldürüyorlar, sonrasında belki de pişmanlıklarından dirileceğini söylüyorlar. Hatta İncil’de, Yuhanna-6’da İsa'nın şöyle dediği yazar:
“…Bedenimi yiyenin, kanımı içenin sonsuz yaşamı vardır ve ben onu son günde dirilteceğim. 55. Çünkü bedenim gerçek yiyecek, kanım gerçek içecektir. 56. Bedenimi yiyip kanımı içen bende yaşar, ben de onda…”
Ve kiliselerde halen bu sembolize edilerek peder (baba) tarafından sunulan ekmek ve şarap, sıraya geçen Hristiyanlar tarafından İsa'nın bedeni ve kanı olarak simgeleyerek yenilir, içilir. Baba – oğul ve ölüm ilişkisinin insan üzerindeki etkilerinin büyüklüğü sadece dinlerin ortaya çıkışı ve şekillenmesinde bile gözler önüne seriliyor aslında. İnsanların kendilerinin de bir memeli hayvan türü olduğunu söylenirken rahatsız olmasına sebep olan bilinç, ölümün gerçekliğinin de farkında olma zorunluluğunu yanında getiriyor. Bu gerçeği tekrar unutup ölümsüzlük hissini yaşayabilmek için anlatılagelen ölümden sonra hayatın devam edeceği hikayeleri ise nesilden nesile inandırıcılığını yitiriyor.
Cengiz-Han ölümsüz olmayı kafaya takacak kadar yüksek bir egoya sahipmiş. Bu takıntısı için büyücüler, düşünürler kim varsa seferber etmiş ölüme çare bulmaları için. İçlerinden birinin şöyle dediği anlatılır:
“Ölümsüzlük istiyorsan çok çocuk yap, ruhunu ancak asla kurumayacak bir soy ile ölümsüzleştirebilirsin.”
Bu öğüt ona gerçekten verildi mi bilinmez, ama uygulamada da gerçekten öyle yaptığını bugün yaşayan milyonlarca insanın, onun torunu olduğunu genetik bilimi sayesinde biliyoruz. Belki de anne-baba olmaya karar vermemizde arka-planda çok ciddi etkisi olan unsurlardan biri de bu ölümsüzlük isteği.
BABA VE DOĞUM
…
Hep beraber oturduk içiyoruz, sohbet ediyoruz, çocukluk arkadaşlarım... Birimizin eşi hamile, yakında çocuğu olacak. Sürekli yer değiştirilen masada yan yana gelince, “Seninle bir konuda konuşmam lazım” dedi. Çekildik biraz diğerlerinden, başladı içini dökmeye: “Sen çok iyi bir babasın, ben senin gibi olabilecek miyim, bilmiyorum ve çok korkuyorum. Sonuçta beni biliyorsun, ben babasız büyüdüm…” diye devam edecekken lafını böldüm; “Ben iyi bir baba mıyım, bilmiyorum ama babam çok iyi bir babaydı, bunu biliyorum. Ve sen de biliyorsun o da babasız büyüdü, demek ki bunun iyi-kötü baba olmak ile çok da alakası yok.” Dedim. Bundan kısa bir süre sonra bu arkadaşımın eline bir mektup geçti, kendisi daha bebekken intihar eden babası ona bir mektup yazmıştı ve bu mektup yıllarca saklı kaldıktan sonra ortaya çıkmıştı, tam da çıkması gerektiği zamanda. Bunu bize söylediği akşam buluştuk beş yakın dost. Mektubu okudu ve hep beraber dinledik. Bir babanın zamanda yolculuk yaparcasına, ölümden sonra hayat varmışcasına dokunduğuna tanık olduk oğlunun yaşamına… Hem de tam da onun da oğlu olmak üzereyken…
Nasıl bir baba olduğumuzun en doğru kararını çocuklarımız verecek. Akraba, arkadaş, komşu vb. çevremizdeki her baba iyi veya kötü örnekler aslında. Bu örneklerin hangisinin iyi hangisinin kötü olduğunu nasıl ayırt edebileceğiz peki? Öyle örnekler var ki; babanın, şiddet, alkoliklik gibi çeşitli sebeplerden dolayı kötü bir baba olduğu bariz ama çocuğu da tam bir iyi örnek olarak yetişebiliyor. Yani kötü bir baba olmak, iyi bir çocuğun yetişmesini sağlayabiliyorsa, iyi bir baba olmaya çalışmanın ne anlamı kalır? Hele tam tersi şekilde çok iyi, düzgün bir insan olup, çocuğu kötü yetişmiş örnekler de varken…
Çevremdeki tüm bu örnekleri gözlemlediğimde, ergenlikteki çocuğun babaya olan ilişkisinde iki tip yaklaşım görüyorum. Babası ile arası iyi olanlar, yani babasının sözünü dinleyen uslular. Bir de babası ile olan ilişkisi sıkıntılı olanlar yani isyancılar. Ve bu iki yaklaşım babanın iyi-kötü örnek olma durumundan bağımsız. Yani çok iyi bir babaya isyan edenler de var, çok kötü bir babaya tamamen biat edenler de var. Ve bu iki ayrım aslında kişinin muhafazakarlık ve yenilikçilik arasındaki yerini de belirliyor. Buradaki muhafazakarlığı dini anlamı ile kullanmıyorum, özündeki anlamıyla yani “Ailesinden gördüğünü aynen muhafaza eden” anlamında kullanıyorum. Bu muhafaza edilen şey sağcılık da olabilir solculuk da, dindarlık da dinsizlik de. Miktarı da değişebiliyor tabii, kimi tamamen biat edip, arada söylediği esprilerine kadar her türlü davranışını devam ettiriyor, hatta taklit ediyor. Kimi tamamen isyan edip reddediyor. Hepimiz bu iki uç arasında ya birine ya diğerine yakın noktalardayız aslında. Bu noktada işin evrimsel kökenini düşündüğümüzde, özellikle ergenlik zamanında babaya açıktan veya gizliden isyan edilmesi daha normal/olası gibi duruyor. Babaya tam biat edilmesi geleneğine sahip toplumlar, kendilerini yönetenleri de baba figürü olarak görüp otoriter ve sert bir baba görünümünde kişileri yönetici olarak seçiyor, yöneticilerinden memnun olmayanlar da yine kendilerini ona çok benzer bir figürünün ortaya çıkıp kurtarmasını bekliyor.
Çevremdeki babaların çocuklarına olan yaklaşımlarını gözlemlediğimde bu sefer umursama/umursamama özellikleri ön plana çıkıyor. Hemen hemen her baba çocuğunu sevdiğini, umursadığını söylüyor tabi ki. Ama davranışlarından, konuşmalarından o umursama miktarını aslında anlayabiliyoruz. Çok daha kötü örneklerini de duyuyoruz, biliyoruz zaten…
BABAYA İTAAT
Bugün büyük bir kavga yaşadım kızımla, eğlenmek için geçirdiği film zamanının üstüne piyano çalışmasını istediğim ve o bunu reddettiği için. Ve tehdit ettim “Eğer dediğimi yapmazsan, senin çok sevdiğin bir oyunu oynamanı engellerim….” O da reddetti bu yetkimin varlığını… ''Hakkın yok öyle bir kısıtlamaya.'' dedi. Ben de sanki hakkım olduğunu ispatlayacakmışcasına, buna "gücüm" olduğunu gösterdim ve kablosunu çıkardım oyun konsolunun. Açmaya çalıştı çaresizce, arada kendine güveni geldi "Bulacam fişini takacam." dedi, beni de kontrol ederek yan yan... Ama fişlerin yakınına gidince de korkmaya başladı, bebekliğinden ona verilmiş elektriğin tehlikesi öğrenilmiş çaresizliği ile… Sonra ağlamaya başladı. Ben de geri adım atmadım… uzun süre. Ve bunu da fazlaca uzattım, özür diledi, kabul etmedim, türlü maskaralıklarını görmezden geldim, yemekte bile uzun süre konuşmadım.
Ve sonra çok pişman oldum, öyle ki kabus gördüm uykumda… Neyse ki gördüm ki uyandım birçok anlamda. Açtım manevi babalarımdan, veya en iyi dostlarımdan dediğim Nietzche'yi okumaya başladım. Ve bana öğütler yağdırdı Zerdüşt’ün ağzıyla. Ben de peki ne yapabilirim? Diye sordum ona, içimde çocukluğumdan yerleşmiş kendisi de cevap versin bana diye.
Anlat artık dedi kızına, duyduğu öfkenin gerçek sebebini. İtaat etmek istememesini, kimsenin kölesi olmayı kabul etmeyeceğini gösterdiğini sana!. Ve bunun da güzel bir şey olduğunu.
Ama bu onu tamamen başına buyruk yapmamalı da. İtaat kararı, emri veren kişiye ve onun söylediğine bağlı olmalı. Bunu tartabilmeli, emri veren kişiye güvenini ve söylediğinin mantığını kavrayabilmeli. Ve bunun için iyi duyması, iyi görmesi gerektiğini. Ve en önemlisi de, bu itaat emrini veren kendisi ise emin olmak çok daha zor, kendi fikrinin güvenilirliğinden, başkalarının rüzgarına bırakmak çok daha dertsiz... Ama bazı şeylerin bunu ona sağlayacağını, kendine daha güvenir bir hale gelmek için, güvenilir hale gelmeyi sağlayacak şeyler; kitap okumak gibi, resim yapmak gibi, piyano çalmak, ve oyun gibi… Sanat ve bilim, bu ikisinin ışığı en karanlık yerlerde bile aydınlatır insanı…