Sizin hiç babanız öldü mü?                                  

Benim bir kere öldü,                                                                                                                  

Kör oldum                  

Yıkadılar, aldılar, götürdüler

Babamdan ummazdım bunu kör oldum

                                               (Cemal Süreya)

 

Henüz üçüncü sınıfa gidiyordum ve hayatın şifrelerini yeni yeni çözmeye başladığım yıllardı. Öğretmen bir babanın, sevecen, mutlu ve gelecekten umutlu bir kızıydım. Ev hanımı olan annem, her sabah beni ve küçük kardeşim Alperen’i gülen gözlerle uyandırır ve çoğu zaman “Hadi kızım servisi kaçıracaksın!” diye de uyarmayı ihmal etmezdi. Uyku sersemliğinden kendimi sıyırıp kahvaltıya oturduğumda babam, çoktan okuluna gitmiş olurdu. Babamın okulu evimize çok yakındı. O, öğle yemeği için eve geldiğinde bu defa ben, okul yolunda olurdum. Annem; bıkmadan, usanmadan her gün aynı titizlikle beni hazırlar, saçlarımı toplar ve beyaz kurdeleyi de saçıma takarak onun değimiyle güzelliğime güzellik katardı. Artık okula gitmeye hazırdım işte. Kapı aralığından beni seyreden Alperen, sanki beni gizli gizli kıskanırdı ya da bana öyle gelirdi. Son bir kez anneme sarılıp okula gitmeyi âdet edinmiştim. Annem ne de güzel kokardı. Bütün annelerin kokusu elbette çok güzeldir ama benim annemin kokusunda sanki bir başkalık ve ayrıcalık vardı. Gün boyu annemin kokusu hep üzerimde olurdu. Anemin gül kokusunu ve babamın duasını üzerimde hissetmek bana ayrı bir sorumluluk yüklerdi. Bu sorumluluk ve azimle daha çok çalışır, çalışkanlar listesinde hep ilk sırada olurdum. Güne mutlu başlar, bu mutluluğu okulda devam ettirmek için elimden gelen her şeyi yapmak isterdim. Eve dönüş saati geldiğinde en çok da babama kavuşacağım için içimde değişik bir heyecan hissederdim. Hayat sahnesinde farklı roller yüklenmiş aktörler, aktristeler olarak akşam yemeğine oturur, günün kritiğini yapardık. Masanın başköşesi, başrol oyuncusu olan babama aitti. Annem, yan komşumuz Tacire Abla’nın sık sık yaptığı ziyaretlerden dolayı ev işleriyle pek meşgul olamadığından dert yanar; babam, öğrencilerin kendisini çok yorduğundan söz eder; ben de sıra arkadaşım Sevim’in haylazlıklarından bahsetmeyi tercih ederdim. Yemek sonrasında annem bulaşıklarla uğraşırken ben, babam ve Alperen, babamın şekillendirdiği küçük oyunlarla neşelenirdik. Babam, hep çabuk yorulur ve oyunumuz da her defasında yarım kalırdı. Kimi zaman annem, “Hadi Gültekin, çocukları biraz rahat bırak!” diye babama takılırdı. Babamın da zaten canına minnet. Oyun oracıkta biterdi. Nefes nefese kalan babam, yorgun bedenini annemin doğum günü hediyesi olarak babama aldığı deri  koltuğuna bırakır ve televizyon kumandasını eline alırdı. O yıllarda babamın oyundan sıkıldığı için oyunu yarı bıraktığını düşündüğüm için şimdilerde kendime çok kızıyorum. Meğer her şeye rağmen o yaşananlar ne kadar anlamlıymış. İnsan, mutluluğu keşke ölümsüzleştirebilse, aynı mutluluğu defalarca yaşama imkânına sahip olabilse ya da çocuklar, hep çocuk olarak kalabilse.

Gelin görün ki yaşadığımız fakat ölümsüzleştirmeyi başaramadığımız mutluluk kırıntıları kısa bir zaman sonra yerini hüzün ve elem yağmurlarına bıraktı. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Bunu babamın sancılı yüzünden, annemin kaygılı ve derinlere demirlemiş bakışlarından hissedebiliyordum. Babam, artık neden okula gitmiyordu? Gün boyu evde oturmaktan ve çoğu zaman deri koltuğunda uyuklamaktan neden bıkmıyordu? Oysa babam, mesleğine ve “kır çiçeklerim” dediği öğrencilerine âşıktı. Bu yüzden annem, babama sitem etmiyor muydu? “Ah, Gültekin! Biraz da benimle ilgilensen, öğrencilerine ayırdığın zamanın bir parçasını da bana ayırsan, olmaz mı?” diye boşuna mı söyleniyordu? İşte babam, tüm gün annemindi, buna rağmen annem, neden bu kadar mutsuz ve dalgındı? Çocuk kafamda cevabını bulmakta zorlandığım bir yığın soru… Alperen’in huysuzluğu, annemin mutsuzluğu, babamın sessizliği bana çok dokunur olmuştu. Üstelik dedem ve babaannem de bize sık sık gelip gider olmuşlardı. Bu yaşananlar neyin nesiydi? Kimsenin birbirine sormaya cesaret etmediği bu sorunun cevabı acaba kimde saklıydı? Mutluluk içerisinde sofraya oturduğumuz günler, bizden günden güne uzaklaşmıştı. Annemdeki durgunluk, dedem ve babaanneme de sirayet etmiş olmalı ki onların da ağzını bıçak açmıyordu. Ben, babamın sevecenliğine hasrettim. Aynı evde yaşamamıza rağmen babamı özlüyordum. O saz çalıp türküler söyleyen, adını bilmediğim şairlerden şiirler okuyan edebiyat öğretmeni babamı geri istiyordum. Onu sürüklendiği yalnızlık ve çaresizlik girdabından çıkarabilir miydim? Babamın kahkahalarını bırakın, sesini bile az duyar olmuştum. Babam, günden güne eriyor muydu, neden bu kadar güçsüz duruyor, bana bakarken neden bakışları uzak limanlara demirliyordu, bilemiyordum. 

Babam, okula gitmese de öğrencileri babamı yalnız bırakmamaya başlamıştı. Her gün değişik bir öğrenci grubunun bize gelmesinden de rahatsızdım galiba. Babamı onlarla paylaşmak istemiyordum. Annem, rahatsızlığımı fark etmiş olmalı ki  “ Hilalciğim, baban bir müddet okula gidemeyecek. Babanın öğrencilerinin de babanı özlemeye hakları yok mu? Hem babanın bu kadar sevilmesi senin de hoşuna gitmez mi?” diye beni bir köşeye çekip benimle uzun uzun konuşurdu. Annem, haklıydı. Bu kadar sevilen bir babaya sahip olduğum için gururlanmıştım. Yine de evde babamla hiç baş başa kalamamak, sinirlerime dokunuyordu. Komşuların biri gelip biri gidiyor, babamın arkadaşları ve öğrencileri gittikçe hayatımızdan bir parça olmaya başlıyor ve nihayetinde evimiz hiç boş kalmıyordu. Kalabalığın çekildiği günlerde ise babama koşuyor, alnındaki boncuk boncuk terleri küçük peçetelerle silmeye çalışıyor, sevimli yavru bir kedi sevecenliğiyle babama sokuluyordum. 

Aylar sonra cevapsız sorularım cevap buldu. Babam, doktor amcaların kanser dediği ölümcül bir hastalığa yakalanmıştı. Bunu annem ve dedem konuşurlarken duymuştum. Ölümcül ne demekti, sonra dedemin “illet”, “sinsi hastalık” diye tabir ettiği bu hastalığın çaresi yok muydu? Tüm bunlara cevap aramayı artık bir kenara bırakmıştım. Babamla bundan sonra daha çok ilgilenmeliyim, diye düşündüm. Evimizdeki kalabalığın çekildiği saatlerde soluğu babamın yanında almak, ona sokulmak, onun hafiften kırlaşmış ama her zaman jölelenmiş gibi duran kıvırcık saçlarına dokunmak, duyduğum saadeti artırmaya yetiyordu. Babamı ne annemle ne Alperen’le ne de babaannem ve dedemle paylaşmalıydım. O, en mutlu saatlerini benimle geçirmeliydi. Ona sokulduğum anlarda Alperen, ürkek bir serçe tedirginliğiyle etrafımızda dolanmaya başlar, şirinlikler yaparak babamın dikkatini çekmeye çalışırdı. Öyle de olurdu. Babam, Alperen’i kucaklar, bir daha hiç sarılamayacakmış gibi ona sıkı sıkı sarılır ve onun çocuk kokusunu doyasıya içine çekerek sanki başka bir âleme sefer eylerdi. Ama annemin bu alile tablosundaki yeri neden hep bizi uzaklardan seyretmekti? Hem son zamanlarda neden iyice dalgınlaşmıştı? Babama sıkı sıkı sarılmışken mutfağın aralık kapısından bizi gözetleyen annemi mi de kontrol etmeyi alışkanlık haline getirmiştim. Son zamanlarda alışkanlık haline getirdiğim davranışlardan biri de yaklaşmakta olan doğum günüm dolayısıyla babam ve anneme bana ne alacaklarını sormak olmuştu. Evet, işte bir hafta sonra on yaşına girecektim. “Baba, umarım doğum günümde bana ne alacağına karar vermişsindir.” diyerek şirinlikler yapsam da aslında en büyük hediyenin sağlığına kavuşan babam olduğunu iyi biliyordum. “ Hilal’im, benim güzel kızım! Sen iste, ben sana dünyaları alayım.” diyen ve bunu söylerken bile ne kadar acı çektiği yüzünden okunan babama ne cevap verebilirdim? Benim dünyalarda gözüm yoktu ki… Tek isteğim, o şen şakrak babama bir an önce kavuşmaktı.

Son bir hafta babam iyice ağırlaştı. Artık nefes almakta iyiden iyiye zorlanıyordu. Hem iyice zayıflamış, o bembeyaz yüzüne garip bir sarılık taht kurmuş ve yüzünden gitmez olmuştu. Babamı bu halde bırakıp okula nasıl gidebilirdim? Üstelik bugün benim doğum günümdü. Bugün bir yaş daha büyüyor olmanın heyecanını yaşamayı bir kenara bırakmıştım.  Okula gitmek istemiyor, babamın yanında kalıp onun sıcaklığını hissetmeyi, ona sokulup derin bir uykuya dalmayı planlıyordum.  Annem belki de yaklaşmakta olan bir yıkımdan uzaklaştırmak istercesine beni bir an önce okula gönderme telaşındaydı. O gün babam son bir defa doğruldu. Kendinde bu gücü nasıl bulduğuna hayret etmiştim çünkü günlerdir ayağa kalktığı olmamıştı. Bana döndü, kurdeleli saçlarıma güçsüzleşmiş elleriyle dokundu. Kırmızı yanağıma masumca bir baba öpücüğü konduradurarak ve gülümseyerek beni okula uğurladı. İstemesem de okula gitmek zorunda kalmıştım ve okul dönüşümde beni sürpriz bir doğum günü hediyesinin bekleyeceğini ümit ediyordum. O gün akşamı zor ettim. Derslerden ilk kez bu kadar çok sıkılmıştım. Bir an önce evde olmalıydım. Acaba doğum günü pastam nasıldı? Babamla annem bana ne almışlardı? Babamla annemin mutlulukları yine gözlerinden okunacak mıydı? Ah, babam! Seni mutlu görmeyeli ne kadar da uzun bir zaman olmuş. Dedemlerde evdelerdi yani topluca bir doğum günü kutlaması hayâl ediyordum. Servisten inip karşı yoldan eve gidecektim. Öyle de yaptım. Eve geldiğimde mahalle camisinden garip bir ezan yükseldiğini duydum. Bu ezanda bir başkalık vardı sanki. Neden alışkın olduğum ezanlardan farklıydı acaba? Üç katlı evimizin ikinci katında oturuyorduk. Dedemler, bizim üstümüzde oturuyorlardı. Hızlı adımlarla merdivenleri çıktım. Fakat kapı önündeki ayakkabıların çokluğu, kısa bir şaşkınlık yaşamama sebep oldu. Yoksa bizimkiler, doğum günüm için tüm mahalleyi mi davet etmişlerdi? Bu kadarı da bir sürpriz için çok fazla değil miydi? Yalnız içeriden gelen şu ağlaşmaların sebebi neydi? Yoksa, yoksa!.. Kapıyı tekmelemeye başladım, nefesim gırtlağımda düğümlendi. Bir an önce babama koşmalıydım. Kapıyı kimin açtığını hatırlamıyorum. Kalabalıklar içerisinde annemle göz göze geldik. Annemin başında siyah bir örtü vardı ve avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Annemi sakinleştirmeye çalışan babaannem, bir yandan da, “Ben öleydim, yavrum, ben öleydim!” diyerek feryat ediyordu. Ben “Baba!” dedim. “Baba!..” Her baba değişimde içimden bir volkan püskürüyor, tüm bedenimi ve ruhumu yakıyordu. Çığlıklar arasında iyice sersemlemiştim. Babam nerede, dedim. Bana babamı gösterin ki bu yangınım dinsin biraz, diye ortalarda babamı arıyordum. Sonunda işte babamla baş başaydık. Babam, oturma odasında boylu boyunca uzanmış, sonunun nereye vardığını kestiremediği uzun bir yolculuğa çıkmıştı. Jöleli saçlarına dokundum, bembeyaz yüzüne yüzümü sürdüm, buz gibi parmaklarını küçücük avuçlarıma aldım. Babam üşümüş müydü yoksa? Hem neden bu kadar solgun görünüyordu? “Ah, babam!” dedim. Ben bu kadar büyük bir sürprize hazır değildim ki…

Babamı yıkadılar, gül suyu kokan bedenini beyaz bir bezle sarıp sarmaladılar. Ağlamaktan bitkin düşmüş babaannem, kısık bir sesle beni yanına çağırdı: “ Kızım, babana son bir kez bak.” dedi. Bu teklifi sert bir şekilde geri çevirdim. “Babam, beni okula son kez gülümseyerek uğurladı. Ben, babamı hep öyle hatırlamak istiyorum.” dediğimde annem, kucağındaki Alperen’e sıkı sıkı sarılarak olduğu yere yığıldı. Anneme koştum sarıldım. Hayat durdu, nefesler kesildi, gücümüz tükendi. Tonlarca ağırlığın altına iki büklüm olduk. Son görevimiz için aşağı indiğimizde annem, beni babamın üniversiteden arkadaşlarıyla tanıştırdı. Kimileri Erzurum’dan kimileri Kars’tan gelmişlerdi. Hepsi bana teker teker sarıldı. Ben ve kardeşim Alperen onlara arkadaşları Gültekin’in emanetiydik. Az sonra babamı omuzlayıp cenaze arabasına koydular. Annem, daha fazla dayanamayıp kendini yere bıraktı; babaannem ve dedem biricik oğullarını sonsuzluğa uğurlamanın verdiği acıyla bir günde belki on yaş yaşlandılar. Bense o gülen gözlerle beni okula uğrayan babamın canlı hayaliyle ve uzaklara sabitlediğim bakışlarımla öylece kalakalmıştım. O hayal ki babamdan kalan son hediyemdi.