Bazı karanlıklar düşüyor peşime. Gece boyu, arkama bakmadan bazı karanlıklardan kaçıyorum soluklanmadan.


Sanki dursam, sanki bir kez dinlenmeyi denesem, her hücremi sarıp sarmalayacak; içinde kendime bile yer bırakamayacağım bir renksizliğin, cansızlığın, monotonluğun içine hapsolacağım… Oysa böyle değil, severim ben siyah beyazları, onların insanların yüzlerindeki her bir çizgiyi anlamlaştırmasını, olgunlaştırmasını... Severim monotonluğu. Alıştığım yüzler ve mesellerle yaş almayı. Aynı döngünün içinde, fazla insan tanımadan ve fazla hayata karışmadan kendi köşemde yılları atlamayı...

Yoruluşum bu saatlerde başlayıp sabahın ilk ışıklarına kadar katlanarak ve kıvrandırarak devam ediyor. Ne yana dönsem çivili duvarlar, tahtalar, kapılarla karşılaşıyorum. Yılmadan, çivili bile olsa hangi kapıya koşsam çalmak için, ardında aynı karanlığa giden yolları görüyorum.

Oysa böyle değildi, benim çaldığım kapılar yeşil dağlara uzanırdı, yağmuru tazecik gökyüzünü gösterirdi. Sonbaharla kış arasındaki o muhteşem kitap mevsimini doğururdu benim kapı çalmalarım… O mevsimde yeni cümleler eklenirdi heybeme, yeni heveslere gebe kalırdı ruhum. O kadar çok cümle yağardı ki beynime, hepsine tek tek yetişmeye çalışırdım. Hepsine tek tek yettireceğim heveslerle yaşardım. Benim çaldığım kapılar, herkesten uzak mevsimlere gönderirdi beni. Beşinci mevsimi bulurdum, hasbihalim oralardan bana asırlık hatıralarla kalırdı… Fakat bu gece, bu gece neden böyle? Bu gece neden katran karası?  Sokaklarda yasaklar gezdiğinden mi böyle? Evlere kapandığımızdan, birer birer savaşarak öldüğümüzden mi?

Bilemiyorum…

Bazı karanlıklar düşüyor peşime. Sokak lambalarının turunculuğuna bırakıveriyor huzursuzluğumu gölgem, son sürat kaçarken. Kendi gölgemi seyrediyorum neden sonra öylece. Kendi karanlığımı görüyorum. Kaçtığımız şeylerin bir parçası da bizim mi içimizde? Geceyi uzatacak tonlarca kelime, soru haline dönüşüp hükmediyor beynime. Uzakta ışığı yanan evler ilişiyor yeniden gözüme. 

Bu pencereden ne zaman seyretsem gecenin ıssızlığını, hep aynı yere çıkar yolum zaten. Uzakta, ışığı bir yanıp bir sönen evlere... Hayat var o evlerde. Nasıl hayatlar, hangi masallar dolanıyor duvarlarının arasında, meraklanıyorum birdenbire. Benimle birlikte o yanıp sönen ışıklarda karanlığın korkunç ağırlıktaki cüssesinden kaçan var mıdır? Kesişir mi yolumuz koşup saklanmaya çalıştığımız yerlerin birinde?

Gittikçe daha yakında hissediyorum karanlığı. Gittikçe daha fazla yaklaşmış oluyor enseme. Bir bardak ılık süt belki, Madak’ın şiirlerinde kol gezdiği gibi, bir bardak ılık süt sıcak tutar içimi… Küçük bir kız çocuğu edasıyla hatta belki, masalların gözünden bakarım beni kovalayıp duran şu cansızlığa...