Derme çatma fakat kendisinin olan evinin bahçesine, lastikleri sarı çamurdan belli olmayan pikabını soktu ve kasadan domates kasalarını alarak üst üste kapısın önüne koydu. Dün de biraz getirmişti eve. Bu yıl hasat iyi olduğundan çiftlik sahibi insafa gelmiş, son topladıkları ürünlerden biçimsiz olanları çalışanlarına vermişti. Onun gibi işçiler salça yapmayı ve kış için hazırlanmasını her zaman iyi bilirdi. Severdi de böyle işleri, eli toprağa da değerdi soslu yemeklere de. Gün boyu terleyen vücudunu soğuk suyun altına sokmak için sokak kapısına yeltendiği sırada, tuhaf sesler duydu. Bu sesler, kendisi gibi toprak süren arkadaşlarıyla on sene evvel çalıştıkları tarlanın sahibinin ölmeden önce çalışanlarına bıraktığı, arkadaşlarıyla birlikte nihayet bir toprak sahibi olan, bu toprağın içinde başlarını sokacağı küçük küçük evler yapan kimisi hala bekar kimisi evlenen ve içlerinde çocuk ciyaklamaları duyulan, bahçelerinde amatörce yapılan salıncak, oyun parkı gibi alanlardan duyulan ve onlara mutluluk veren, muhitine aidiyet hissettiren sesler değildi. Aksine doğanın, güçlünün güçsüzü yediği, kendi çıkarları doğrultusunda zulmün hüküm sürdüğü tahakkümün sesleri idi bunlar. Kafasını çevirip etrafına baktığında; kaldıkları bölgenin duvarından atlayıp kendi evine doğru arkasına bakmadan koşan kahverengi etekli, kirlenmiş beyaz penyeli bir kadın gördü. Evet, bu, tam olarak o kişiydi. Daha önce de bir kaç kere görmüştü kadını ve uzun zamandır haber alınamıyordu kendisinden. Esmer tenini, dolgunluğuna dayanamayıp çatlamış dudaklarını, dişlerinin inci beyazlığını ve gözlerindeki masum bir telaşı, bir yandan da kararlı olan öfkeli halini hep anımsayıp, tahayyül ederdi. Duvardan atlayıp, yere düşer gibi olup toparlandıktan sonra hemen duvarda bir baş daha belirdi. Daha yirmi üçünde genç bir asker, aldığı emirleri yerine getirmek için; belki de şuursuzca kadını kovalıyordu. Ve işte: hayran olduğu kadın ona doğru, daha uzun adım atması için bir elinle, neredeyse eteğini beline kadar açmış parlayan bacaklarıyla ona doğru koşuyordu. Şaşkınlıkla kala kaldı adam. Kadın ailesini, yıllar evvel, sadece yetkililerin kendi aralarında ismini koyduğu süpürge operasyonunda kaybetmişti. "Süpürge" diyorlardı o dönem. Eski hükümet sarsılmaya başladığı iktidarını için geliştirdiği projeydi bu: bir kaç bürokrata suikast düzenlenmiş, halk arasından onlarca kişi toplu alanlarda atılan patlayıcılarla kurban edilmişti. Tüm bu suçlamaların hepsi, gerçekte var olmayan büyük bir çeteye atfedilmiş ve bu bahaneyle hali hazırda iktidara tehdit olan ve potansiyeldeki tezahür edecek hedeflere de fırsat vermeyerek herkes acımasızca katledilmiş veya sürgüne yollanmıştı. Büyükannesin yanında büyüdükten sonra ailesinden kalan evde yaşamaya başlamış, çarşıda olan dükkânı da zaman zaman kiraya vermiş, kendisi de bir takım işler yapmıştı. Kadın, küçük yaşta ailesini kaybettikten sonra intikam duygusuyla; ne karşı koyulmaz güzelliği olmasına rağmen kadınlığını tadabilmiş, ne de düşünmeden, olanları unutarak sıradan, normal bir insan gibi yaşayabilmişti. Edindiği çevresiyle gazetelerde yazılar yazmaya başlamış fakat yazdıkları bir takım insanları rahatsız etmesi sebebiyle, patronu istemese de işten çıkarmasına mecbur kalarak gazetecilik işi kısa sürmüştü. O, bu kahrolası düzenin değişebilmesi için kanının son damlasına kadar savaşacağına ant içse de, herkes gibi gönlüne dokunabilecek bir elin, kendisini anlayacak bir sesin, çocukların koşturduğu bir evin hayalini kurarak kendisini biraz sevindirir, biraz da oyalardı. Karşısındaki adamı aniden far eden kadın, hızlıca koştuğu sırada refleks olarak yönünü değiştirir gibi yapsa da; etrafına, şöyle bir göz süzerek adamın arkasındaki evin yanından başka bir çıkış yolu olmadığını anlaması bir oldu. Köylülerin çektiği sefalet dolu yaşamları hakkında hükümetin politikaları eleştiren bir eylemde, askerle girdiği münakaşa ile tutuklanmış; grubu eyleme teşvik edenin de kendisi olduğu anlaşıldıktan sonra serbest bırakılmıştı. Ardından bazı yetkililer kadının çarşıdaki küçük tatlıcı dükkânını hedef göstererek taşlanmasına sebep olmuş ve yalnız yaşayan genç kadını evinde de geç saatlerde rahatsız edilmiş ve bir kişinin tecavüz girişimine karşı kendini savunmasıyla evinde, kafasına vurduğu vazo ile ölmesine sebep olmuştu. Şehirde anlatılırdı bu hikâye: karşı komşusu sabaha karşı sesler duyduğunu, bağrışmaların geldiği pencereye bakarak gördüklerini anlatması kısa sürede tüm şehre yayılmıştı. Saldırmaya başlayan adamı cam vazo ile ilk vurduğunda vazo kırılmış, ikinci darbesiyle de kırılan sivri camın parçası boynuna, tam şah damarına isabet ederek olduğu yere yıkılmıştı. Elbet te bu sadece işin gerçek olan kısmı idi. Kadın, korkuyla hemen evi terk etmiş gün doğana kadar dışarda saklanarak yakın köyde oturan akrabasına kaçmış, yetkililer tarafından yapılan açıklamalarda ise kadının ilişki yaşadığı adamla kavga edip öldürdüğü yalanı atılmıştı. Bu yalana çoğunluk inanmasa da inananların sayısı azımsanmayacak kadar fazlaydı. Kadın için, zaten ailesinden sebep yaşadığı öfke, bu olayla kırılma noktası oldu. Yazdıkları için çıkartıldığı gazetede çalıştığı zamanlarda öğrendiklerini ve patronlarının yazmaması için tembihledikleri, birçok kişiyi rahatsız edecek ve ucu nihayetinde hükümete dokunacak olayları; delilleriyle birlikte şehirde bir kaçak gibi saklanarak gezinip, güvendiği matbaacı arkadaşlarına bastırıp, geceleri şehrin dört bir yanına dağıtması onu hükümet karşısında azılı bir düşman yapmıştı. Peki, karşısındaki bu adam bunları biliyor muydu? Bir kısım köylüler, bir kısım askerlere gereğinden fazla hürmet gösterir, aralarını her daim iyi tutmak isterlerdi. Bir kısım askerler de bu köylülerin kendilerine gösterdiği ilgi karşısında, onlara imtiyaz sağlar, aralarında hiçbir devlet vatandaş ilişkisi olmayan bir samimiyete girerlerdi. Bu adam onlardan mıydı? Adeta donmuş gibi bir haliyle, anlamsız da bakıyordu üstelik. Eğer oradan kaçabilirse neler yapacaklarını bildiği gibi, yakalanırsa da her şeyin biteceğini de çok iyi biliyordu kadın. Başka çare yoktu. Adamın önünden geçip, evin arkasındaki bir insan boyu olan duvara, yaklaşmakta olan asker onu yakalamadan, belki de bir kurşun sıkmadan varmalıydı. Tereddüt ile adamın yanından geçti. O sıra asker de koşmaktan, yorulmuş bedeninin yüzüne yansıdığı yorgun bir ifadeyle adamı suçlarcasına baktı. Adam gözlerini bir anlığına kapayarak kararlı bir şekilde tekrar açtı ve yanında geçmekte olan askerin önüne bir ayağını atarak kollarıyla da onu durduracak şekilde omuzlarından tuttu. Aslında tam olarak ne yapacağını bilmiyor; askerin, onun bu davranışından sonra hiç acımadan çekip vurabilme ihtimalini düşünüyordu. Asker bir anda adamın engellemesi karşısında hayretler içinde, bir yandan da öfkeyle denge noktasından tuttuğu tüfeğini kaldırarak adamın doğru savurdu. İki adım geriye gittiğini gören asker ‘yat yere’ derken namluyu adama doğrulttuğu anda; adam için çoktan iş işten geçmiş ve askeri aldırış etmeden üstüne bir çırpıda atlayarak kısa bir itiş kakış sırasında yüzüne kafa atarak tüfeğini kaptığı gibi dipçiği esne köküne doğru geçirerek askeri oracıkta bayılttı. Biçimsiz yapılan duvarın kırık briket taşlarına ayağını atmakta olan kadın, arkasında duyulan sesleri işitmiş, kafasını döndürdüğünde adamın elinde askerin tüfeğini görünce kalakalmıştı. Bu da ne demek oluyordu? Öylece durdu, adama baktı! Tek bir ayak hareketiyle tepeye çıkıp aşabileceği duvardan, kendisini geriye doğru atarak tekrar bahçeye indi. Göğüsleri hızla şişip inerken, siyah saçları terlemiş alnına yapışıp olup, çoğu kısmını kapatan kısık gözleriyle adama bakmaya devam etti. Ne yapmıştı bu adam böyle? Yerde yatan askere şöyle bir baktıktan sonra yüzünü tekrardan adama çevirerek düşünmeye başladı. Göğsü hafiflemiş, sert ve keskin hareketlerle nefes almıyordu artık. Düşünmeye devam etti. Hiçbir zaman bilemediği, hissedemediği kadınlık duygularını hisseder olmuştu sanki. Bu zamana kadar eteğinde uluyan kurtlardan, çakallardan kendini korumasını mecburen iyi bilse de; o da her genç kadın gibi kendisine şiirler okunmasını, bir çınarın altında gölgelenip saçlarının okşanmasını, bir boynun yanık kokusunu içinde hissetmeyi arzulardı. Güvendiği veya güvenmek istediği birçok kişiye şans vermiş, her şey yolunda gidiyor derken, konu asiliğine gelince hepsi onu değiştirmek istemiş ve güven içinde olduğuna inandıkları hayatlarını tehlikeye sokmak istemeyip yollarını ayırmıştı. Oysa o birilerine takmış değildi. Çocukların ölmediği, kölelerin olmadığı, ideolojilerin insanları baskılamadığı, herkesin biraz çalışıp biraz sevişebileceği ve herkesin mutlu olabileceği bir hayatı düşlüyordu. Bütün bunlara, kendisinin de içten içe inanmadığı intikam adını koymuştu sadece. Peki, hiç yok muydu hayallerindeki o insanlar? Vardı elbet. Dillere destan olmuş, kitaplara konu olmuş, filmlerde hayatı işlenmiş o yiğitleri nasıl inkâr ederiz? Peki ya bilmediklerimiz, görmediklerimiz? Sonuçları ne olursa, ne pahasına olursa olsun; inandıklarının peşinden gidip, ancak bu uğurda erdeme ulaşabileceğini; konu herkes olsa dahi, davasına kimseyi katmadan kendi yolunda, kendisiyle savaş edenler yok mu? Onlar da var elbet. Öyle ki: onlar kendi savaşını kazanmış krallar kralı. Öyle ki: onlar kendisini aşmış imparatorların imparatoru.

Bu adam ne yaptı böyle? Kadın, kolunun üstüyle alnının terini silip, elleriyle de yüzüne düşen saçlarını açtı ve içinde bir umut, bir kararsızlıkla bakmaya devam etti. Adam ona doğru yürümeye başladığı sırada elindeki tüfeği baygın yatan askerin uzağındaki çalılıklara doğru fırlattı ve uzun süredir düşündüğü, hayallerini kurduğu, yüzünün hatlarını ezbere bildiği kadının yanına geldi. Kadın büyülenmişti adeta, daha önce hiç ne yapacağını bilmediği olmamıştı. Bakıyordu. Adam, derin derin gözlerine baktıktan sonra iki eliyle yavaşça yanaklarını kavradıktan sonra yüzünün her yerini dikkatlice süzdü. Kadın bekliyordu. Bir yandan adamın her haliyle onu kabullenebileceğini, ona bir ses bir nefes olabileceğini düşünüyor öte yandan da kendisini böyle salmasına bir anlam veremiyordu.

İnanmak istedi... Kaldı ki az önce yaptığı bu delilik bunu doğruluyordu. Kadın belki de bütün düşünceleri değişebilirdi, bilmiyordu...

Adam, incelediği yüzden gözlerini alıp kadının gözlerine dikerek dudaklarını diliyle ıslattı. Kadın, gözlerini kapattı ve ellerini yanaklarından ayırmayan adamın ona yaklaştığını fark etti. Adam, hiç duraksamadan alnına bir buse kondurdu.

Kadın gözlerini birden açtı. Hızlanan nefesiyle adama anlamsız ifadeyle baktığı sırada evin kapısının açılmaya başlamasıyla domates kokularının etrafa yayılması bir oldu. Kapı tam açıldıktan sonra bir ses duyuldu…

‘Babacım’

Beş yaşındaki kız önce arabaya doğru bakarak aradığı babasını, duvarın orada olduğunu hemen fark ederek oraya doğru yöneldi. Hemen ardından beyaz önlüğünün üzerine sıçrayan domates lekeleriyle karısı çıktı kapıdan. Kızının fark edemediği yerde yatan askeri hemen gördü. Kocasına baktı. Kadının da kim olduğunu iyi biliyordu. Kadın gördüğü durum karşısında öylece baktıktan sonra gözlerinden ağır ağır yaşlar akmaya başladı. Bir kez daha adama baktı. Hiç konuşmadan bakıştılar. Çok şey söylediler birbirlerine, sözler verdiler, yeminler ettiler. Tekrardan duvara tırmanan kadın, arkasına dönüp zihninde: ‘Seni onurlandıracağım krallar kralı’ deyip kaçmaya devam etti.

Küçük kız arka tarafındaki yerde yatan askeri hala fark etmemiş olup duvardan atlayan kadının arkasından kala kalmış, olup biteni anlamaya çalışıyordu. Kocasının gözlerine acılı bir şekilde bakan kadın ise hiç kızgın değildi. Adam kızını kucağına aldı, karısını da yanına alarak kapının yanındaki koltukta oturdular.

Birbirlerine sıkıca sarıldılar.

beklediler...