Adımlarım geri geri gidiyor. Evet, bazı şeyler yaşanacak ama o kadar uzun zamandır bir çıkmazın içindeydim ki... Bilmiyorum ne yapacağımı. Sanki iki dudağımın arası mahşer yerine dönecek, her bir kelimem içlerine içlerine yardım çığlıkları atacak ama bir yandan da kendi suçlarını bildiklerinden yerlerine pusup kalacaklarmış gibi hissediyorum. Herkes birbirinin eteğine yapışacak, herkes birbirine bıçak dayayacak, herkes tüm suçu yaratanda bulacak gibi işte. Eğer dünya üzerinde bunca kötülük yaşandıysa, kimse özgürlüğün kokusunu bile alamadıysa, herkes kimseye izin vermediyse, kimse kendi daracık alanından çıkamadıysa; bunca savaşlar, katliamlar yaşandıysa tüm bunun suçlusu, bunların olacağını zaten bilen Tanrı'dan başka kim olabilirdi?
Tanrı'nın tek isteği biraz kaos yaratabilmekti ve en ufak toz zerresinin bile boynuna ilmeği dayayabilecek güçte olmasına güvenerek elbette "biraz"dan fazlasını da yapacaktı. Ancak bunca insan, canlı bire edemiyor muydu? Belki de içimizdeki tanrıya bakmaktan karşımızdaki toz bulutunu fark edemedik. Belki de zaten varoluşun amacı bu; kaos ile zevk yaratmaktı. Öyle bir dibe batacaktık ki, nefes almanın bile canımızı acıttığı noktada öyle bir tükenecektik ki, kurumuş dudaklarımızdan çıkan tek yardım çığlığı bile öyle kısık olacaktı ki kendimize bile sesimizi duyuramayacaktık. Öyle güçsüz olacaktık ki kaosların kaosu bile bizi görmek zorunda kalacaktı.
Benim onunla tanışma hikayeme parmağının ucuyla kendince ufak, bizce mucizevi bir dokunuşta bulunacaktı. Onu bir uçurumdan atlamışken havada yakalayacak, beni kafamın içindeki sesin keskinliğinde parçalayacaktı. Hep böyle olurdu ya; biri yanar, biri yakardı. Ama bu hikayede bilmiyorum kim, ne olacaktı? Yazgımızın bile bizden habersiz olduğuna inanıyordum; kalemin mürekkebi yarıda kuruyacak ve bizim yakarışlarımız da yeterince iş görmeyecekti. Eh, ne de olsa o severdi bıçağı boynumuza uzatışımızı seyretmeyi. Onun varlığı da böyle başlamadı mı zaten?
Annesi bıçakla üstüne yürümüş, babası taşlardan bir ev inşa etmiş, ona ise sadece uçsuz bucaksız bir tarlada, kayan yıldızların ışığında bir kibrit tanesi bulabilmek düşmüştü. Bu yüzden, demişti yıldızlara, taparcasına sevmem. Tenimin renginin hep yıldızlardan geldiğine inandı. Ama benim hiç yıldızlardan gelecek kadar masum olduğumu düşünmedi. O böyleydi işte, bir şeylere inanırdı ama pek bilmezdi ne olduğunu. Kendince tutarsız ikilemlere saplamıştı varlığını. O kendi bahtının da tutarsız olduğunu böyle ispatlıyordu. Sevilmemişliğini taş evlerde değil ulaşamadığında arardı. Hep yanlış zamanları, yanlış mekanları severdi. Olmadık yerlerde sevişir, yanına yakışmayanları seçer, yıldızları seyreder ve kırmızıdan nefret ederdi. Bu yüzden hep kırmızı ışıkta yürür, yeşilde dururdu. Kırmızının ikazı onun canını bir yerde o kadar yakardı ki itaatsizliğine bir tokat daha atardı her seferinde. O azı bilmezdi ki, zaten bundandı bu coşkun halleri. Bundandı bizim ilk intibahımızın da yanlış zamana, yanlış mekana düşmesi.