Yoksulduk. Aslında, taşranın bolluğu şehrin yoksunluğuymuş. Öyle anladım bulanık bir şehre göçünce. Bir bavul bile etmeyecek yükümüz, içinde; bir basma etek, bir işlemeli penye, bir başörtüsü, ikişer kazak ve ikişer kapri. Annem, abim ve ben ardımızda babam ile hayatımın ilk ve en uzun otobüs yolculuğunda istifralar içinde gelmiştik buraya. Babam, biz köyümüzün damlarında, dede kucağında uyurken çalışırmış İstanbulun ciğerlerinde. Sağ olsun iki kanepe, bir yatak biriktirip kurtarmıştı biz yer döşeğininin sertliğinden. O zamanlar öyle kıyas ederdim yeni şehrimizi. "Süte, peynire, yoğurda para vermenin neresi iyi?" diye sorgulardım hep. Ancak kader denen şey "Şöyle olsaydı" düşüncesiyle tahayyül edilemeyecek kadar karmaşık, biliyorum. Biz o kararlı iklimi ardımızda bırakmamış olsaydık, ben Türk arkadaşlarıma derdimi Kürtçe anlatmaya çalışırken gülünmeseydim, babam ilk süpermarket alışverişimizde beyaz bir oyun hamurunu peynir sanıp tadına bakmamış olsaydı ve biz bunu ömür boyu unutamayacak olmasaydık, kim bilir, babam belki bize şarkıların hep en acıklısını söylerdi.


Uzunca bir süre midemiz çıplak büyüdük ben ve abim ve annem, babam. Metropol bir şehrin ( o zamanlar hangi şehirde olduğumu bilmezdim) bezgin ekonomisinde hatırladığım ilk yuvamız rutubetten kışın duvarları buz tutan beyaz bir gecekonduydu. Yeni sokaklar, yeni çocuklar ve yüzlerce komşu. Bir bahçesi vardı gecekondumuzun. Ekip biçmemiz yasak koşulmuştu ev sahibimiz tarafından. Hatta ne zaman bahçeye dalıp oyun oynayacak olsak, ya annem ya da ev sahibi tarafından kızgınlıkla karşılanırdık hep. Çorak bir bahçenin bu denli değerli sayılması, insanın toprağa beslediği saygıdan olsa gerekti. Yine de ilk salyangozumu orada sahiplendim; karınca yuvalarını orada besledim; orada gömdüm tüm kedi leşlerini. 


Babam bisikletle giderdi işine. Şimdi pedalladığı o uzun yolu düşününce, iki çocuklu bir babanın bunu yaşamasının ne kadar adaletsiz olduğunu düşünüyorum. Belki de yorgunluktan sebep babam her eve geldiğinde kanepede uzanır, yalnızca yemek ve çay saatlerinde doğrulurdu. Onun bu yorgunluğunu bilseydim o zamanlar, ah bilseydim, anlasaydım.


 Bir gün, annem ve babam bize ait olmayan ama bizimmiş gibi hissettiğimiz gecekondumuzun sundurmasının altında çay ve bisküvi ile meşgul iken (bisküvi bizim en burjuva alışkanlığımızdı) yani her şey ben ve abim için keyifli iken. Babam, yorgun bacaklarını bir başka sandalyeye uzatmış annem ile tekniğini hiç anlamadığım bir konu konuşurken, burukluklarını hissettik abim ile ben. Çünkü babam başını sallıyordu sürekli. Annemse o derece yorgun aynı hislerle, babamdan temkinli bir cevap yahut bir fikir bekliyor gibiydi. Bisküvi ile birikmiş çayımızı iştahla içerken abim ve ben, her şey ne kadar da olağan geliyordu. Keşke bilseydim babamın o çaresizliğini, anlasaydım. Elinde, köyden getirdiğimiz çuvallara isim yazdığımız o koca, siyah renkli kalem ile ev sahibimizin, şirin ve bir o kadar vefasız gecekondumuzun duvarına yazdığı o acı yazıyı görünce, annem ve babamın neden böyle huzursuz olduğunu ancak büyüyünce anladım. 

"Satılık Ev

25.000 YTL" 


Benim babam hiç şarkı söylemedi. Sert bir adam da değildi kendisi. Ancak biz, Anadolunun Güneydoğusunda babaları hep sert, kızgın ve yumruğu her daim sıkı adamlar olarak bilirdik. Bu yüzden bir hata yapmadan önce iki milyon kere düşünürdük. Bazen kızılmayacak derecede ufak hatalara düştüğümüzde dahi babalarımızın nemrut gözlerine maruz kalınca, orada bir ilim aramadan da edemezdik. Ama her şeye rağmen, babam sert bir adam sayılmazdı. Bize hak etmediğimiz hiçbir şeyi yaşatmadı, ama biz her an yaşatacakmış gibi, öyleymiş gibi büyüdük. Her şeye rağmen eksiksiz. 


Kendi babasının sert tavırlarından olsa gerek, bizde onu öyle görürdük. Sevgi göstermeyi bilmeyen sıradan anadolu babaları işte bilirsiniz. Bu görünmez sevgiye karşılık hiçbir zaman şımarlıklığa da düşmedik şükürler olsun. Soran olursa babam bizi hep severdi. Soran olursa babam bizim için her şeyi yapardı. 


Benim babam hiç şarkı söylemedi. Nedendir bilmem. Ama ona şarkı söylememek çok yakışıyordu. Hatta ona oldukça basit, kültürden uzak, espri bile sayılmayacak şeylere kendini tuta tuta gülmeleri dışındaki çetin tavırları ayrı bir süs katıyordu. Evet babamın süsü, efendi duruşu, sessizliği, sabrıydı. Nerede ne zaman güleceğini iyi bilişi, onu baba yapan en önemli şeydi. Diğer güleç babalarla yan yana geldiğinde (güleç babalara saygım sonsuzdur) takındığı ciddilik beni benden alıyordu. Ama hala daha bilmem, babam neden hiç şarkı söylemedi ki. Olsun, ona şarkı söylemek o kadar çok yakışıyor ki. 


Şimdi yıllar geçmiş ve babam hala aynı adam ve aynı babam. Gittiğimiz hiçbir düğünde alkış bile tutmamıştı bu zamana kadar. Ta ki ben evlenene kadar. Aile arasında çalgılı çengili, çaylı, çorbalı yaptığımız eğlencenin sonuna doğru hala daha o vakur duruşunu korumuş, uzaktan olanları izleyen babamı o şekilde gördükçe bu yaşıma gelmiş hala daha hayranlık duyuyordum. Herkes ama herkesin halayın başından tuttuğu bir günde babam yine her zaman ki gibi köşede sessizce otururken, hiçbir hikmetten sual olunmaz, bizim yöreden bir zamanlar çok popüler olan ve çoğunlukla insanların alaycı yolla eğlenmek için topluluk içinde çaldırdığı bir şarkı açtım günün son şarkısı olarak. Hiç tanımadığım, sanatını bilmediğim bir adamın kendini kaybedip söylediği bir şarkı. Tamamen eğlence olsun diye şarkıyı açıp gençleri ortaya topladığımda babamın ayaklanıp bize doğru geldiğini gördüm. Nihayetinde bunca yılını sert geçirmiş bir adam, çocuğuyla omuz omuza vermiş deliler gibi zıplıyordu. O anda herkesin eli telefonlara, kameralara ilişip bu mucizevi anı kayıt altına almakla meşguldü. Babam hiç şarkı söylemese de o üç dakika bana yetmişti.