Kara bir güne uyanan insanlar bu sefer kendi içlerinde taşıyordu aydınlığı. Büyük korkunun yarattığı ilk şey insan ihtiyacı idi. Bu yüzden birbirlerinden nefret edenler bile korkudan sonra birbirlerine sarılıp ağladılar. İşte tam da bu ışıktı insanın ihtiyacı olan. Ama bu öyle nadir bir ışıktır ki sadece bir uyarı niteliğinde böylesi anlarda yanıp söner. Yanıp söner. Tünelin sonundaki bir ışık gibi, insana sadece bir işaret verir. İşte bu ışığı takip edip etmemek tamamen insana bırakılmıştır. Nitekim bir insanın kaderi tamamen kendi çabasına bağlı kılınmıştır.*
Bu korku yaratmıştı; yanıp sönen ışığı. İnsanlardan nefret edenler bile ancak ve ancak kalabalıklardan güç alabiliyordu. Daha önce yaşamış olanların iyi bildiği, aşina olduğu ama unuttuğu ki o ışığı takip etmediği için unuttuğu bir duyguydu bu. Sadece diğer insanlarda buluyordu kaybettiği güven duygusunu. Bu da tünelin sonundaki bir diğer ışıktı ama bu ışık diğerinden farklı olarak insanın kendi içine değil, diğer insanlarda bulabileceği bir yere bırakılmıştı. Bu öyle bir korku idi ki sadece farkında olan insanın binlerce yıllık hasretini gidermeye yaramıştı ve insan binlerce yılın hayaline bir anda kavuşuyordu. Özüne dönüyordu. Binlerce yıldır merak ettiği nereden geldim sorusuna cevap buluyordu: İlkel komünal topluma. Bu öyle bir toplumdu ki her şey ortaktı. Tekil kişi adları yoktu. Sen ve ben kelimeleri lügata dahil edilmemişti. Biz vardı sadece. İnsanlar korkunun yarattığı sönmek üzere olan ışıkla, yani o, öze dönüş duygusuyla, her şeyi ortak olan göçebe bir kabile gibi kurdular ocaklarını. Erkekler kendilerinin ve kadınlarının güvenliğini sağlayıp evine yemeğini getirmek için ilkel mağara adamları gibi ava çıktılar. Kadınlar kol kola verip tüm obanın ihtiyacını karşılayacak kadar büyük kazanlarda yemekler pişirdiler. Çocuklar güçlü erkekleri ve direngen kadınları taklit ederek yeni oyunlar icat ettiler. Yaşlılar geceler boyu, yakılan ateşin başında, Kızılderili ermişleri gibi insanı başka alemlere çekip götüren enfes masallar anlattılar.
Erkeklerin hayatlarını tehlikeye atıp güçlü hayvanlarla savaşıp aksam da obaya avlarını getirmeleri büyük görünse de bir is değildi. Erkeğin doğası buydu ve bu ona kolaydı. Asıl iş kadınlara düşüyordu. Çünkü aslında tüm kabilenin yükünü onlar çekiyordu. Tüm kadınlar el ele verip kabilenin tüm ihtiyacını karşılayabilmek için yemek pişiriyor, odun kesiyor, un öğütüp hamur açıyordu ve yerleşik yasama geçişin tüm ögeleri daha ilk insanın ilk günü gibi hayata geçiyordu. Çocuklar, ama tüm kabilenin çocukları, sanki çocukları, kim tarafından doğurulduğu fark etmiyormuş gibi onlarca anne ve baba ediniyordu. Ve bu durumun, cennetin bir tiyatrosu ve taklidi olduğunu iddia eden bir ozan bunun devamı için türküler yakıp, bu türküler sayesinde en güzel duyguları, insanların kalplerinde gizledikleri yerden çıkartıp gün yüzüne vurmaya çalışıyordu. Fakat o ahmak Yunan Tanrısının Pandora Kutusu hala olduğu yerde duruyordu ve hiç kimsenin aklına bunu yok etmek gelmemişti. Çünkü içinde umut olduğu sanılıyordu. İçinde umudun olduğu doğruydu fakat umut da kötü amaçlara hizmet edebilirdi ve yanlış kişilerin eline geçince umut da tehlikeli bir hal alacaktı. Kilit üstüne kilit vurulmuş kutuyu çok çok basit bir anahtar açtı ve kilitlerin zincirlerini toza dönüştürdü. Kutuyu açan şey, evet sadece korkunun tükenmesi oldu. Korku geçince ışığı takip etmeyenler kalabalıklardan güç değil nefret etmeye başladı. Ortaklaşa yapılan işlerden herkes el çekmeye başladı. Gruplanmalar hızla arttı. Ve ganimetler sadece bu gruplar arasında bölüşülmeye başlandı. Erkekler yakaladıkları avları sakladı birbirinden ve sadece kendi kadınlarına vermeye başladı. Kadınlar da getirilen avları gizli gizli pişirip sadece kendilerine sakladılar. Çocuklar küstüler. Oyun oynanmaz oldu ve o şen şakrak seslerin yerini gürültü patırtı almaya başladı. Herkes rahatsız olmaya ve şikayet etmeye başladı. Kavgalar çıktı. Eskiden mutlulukla paylaşılan şeyler birdenbire çok değerli bir hal aldı ve sadece sahibine saklandı. Gizli gizli içildi ve gizli gizli yenildi. Sahip kelimesi işte tam bu arada sözlüğe girmeye hak kazandı ve bu kelimeyi icat eden insanlar kelimeyi telaffuz ederken dudaklarını birbirine buruşturup dillerini şaklatıyordu. Çünkü telaffuzu kendilerine çok keyif veriyordu ve sohbet aralarında, olur olmadık yerlerde, bağıra çağıra sahip olduklarını belirtiyorlardı. Bu katlanılmaz hali gören ozan son bir çaba ile birkaç türkü söyledi. Fakat kalemi titredi ve umutsuzluğa kapıldı. Her şey yeniden başlıyordu. Tıpkı binlerce yıl önceki gibi yeniden kabileler arası savaşlar başlayacak, ülkeler kurulacak, fetihler yapılacak ve imparatorluklar kurulup sadece sahip olduklarını ifade etmeye çalışacaklardı. İnsanlar yine kalabalıklar halinde yaşamaya devam ediyor. Fakat artık kaybolan güven duygusu için değil yeni türetilen düşman bulma ihtiyacından dolayı... Kalemini kıran ozan kendi mağazasına döndü ve inine çekildi.