8 Şubat 2015, Pazar


Merhaba Defterim!


Kuzenim Ceyhun ile bugünkü buluşmamı tek kelimeyle özetleyecek olsam seçimimi fiyaskodan yana kullanırdım. Amacım asla sitem etmek değil, haşa, ancak ben sana ne yaptım da beni bu yaşananlarla sınıyorsun yüce Rabbim? 26 yaşındayım, kimsesizim, borç içinde yüzüyorum derken aradığım fırsat ayağıma geldi; dedemden miras kaldığını öğrendim. Ancak Büşra Mutlu’nun hayatında işler bir kez olsun tıkırında gider mi? Asla! Bir de adını sanını bilmediğim bir üvey kuzen çıktı başıma. İnan bana sırdaşım, içimden hiç mi hiç direkt kuzen demek gelmiyor; bu adama kuzen dersem eğer, ruhu şad olsun, Başak’a kuzen ekselansları demem lazım. Akraba böyle olacaksa gelmesin kardeşim, tanımayayım hiç mümkünse. Akraba mı akbaba mı belli değil.


Beni böyle düşünmeye iten neler yaşandığını merak ediyorsundur şimdi sevgili defter, daha da uzatmadan anlatayım. Dün gece uyumaya hazırlanıyordum ki Ceyhun’dan buluşmak istediği yer ve saatin bilgisi mesaj olarak geldi. Kahvaltıya davet etmişti beni pek sevgili kuzenim, saat yediye alarmımı kurduktan sonra uykuya daldım.


Sana yalan söylemeyeceğim, sabah gözlerimi açtığımda hissettiğim ilk duygu heyecan olmuştu. Miras meselesi bir yana, daha evvel adını bile duymadığım bir adamın damdan düşer gibi hayatıma girmesi bir gecede sindirilebilir gibi değildi. Yataktan doğrulduğumda beynimde sadece acaba nasıl bir gün olacak sorusu dönüyordu.


Üstümü giyinmeye başladım, kıyafetlerimi dünden ayarlamıştım. Zaman geçtikçe uyandığımda hissettiğim heyecan yerini tarifsiz bir ağırlığa bırakmaya başladı. Neden diye sorma defterim, inan bilmiyorum. Genel olarak insan ilişkileri iyi olan biri olduğumu söyleyemem; hatta eğer bir skalada insan sevgimi değerlendirecek olsam sevmemeye daha yakın olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Muhtemelen bu sebepten yeni insanlarla tanışmak zulüm gibi geliyor bana. Yani, ne konuşacaktım ki bu üvey kuzenimle? Sürekli bu soruyu düşündüm.


Ne anlatabilirdim ki? Tek başıma oldukça iyiydim, nereden çıkmıştı bu adam?


İnan bana sırdaşım, buluşacağımız yere varana kadar sürekli bunları düşünüp durdum. Elim birkaç defa telefona gitti ben gelemiyorum haberin olsun demek için. Beni cesaretlendiren, hatta gitmemi zorunlu kılan tek etmen miras meselesiydi. Kibarlık maskemi seninle konuşurken de takmayacağım vallahi, söyleyeceğim; kendi payımı en kısa zamanda alıp bir daha Ceyhun’la görüşmemek istiyordum. Hâlâ da öyle.


Ne çok ağladın be Büşra diyorsun şu an içinden, eminim buna. Haklısın, en iyisi fazla uzatmadan anlatmaya devam edeyim.


Tramvaydan inip buluşacağımız kafeye girdiğimde biricik üvey kuzenim Ceyhun beyefendiler de cam kenarı bir masa tutmuş telefonuyla ilgileniyordu. Onu fark edince hızlı adımlarla yanına geldim, en şirin hâlimi takınarak.


“Günaydın!”

Başını telefonundan kaldırmıştı. "Günaydın!"

Eşzamanlı olarak sandalyeyi çekip oturdum. "Nasılsın?"

"İyiyim," dedi, gülümseyerek. "sen nasılsın?"

"Ben de iyiyim, sağ ol."


Yazınca pek bi’ sıkıcı oldu, klasik selamlaşma işte. Yüzeysel, ikimizin de cevabını kesinlikle merak etmediği birkaç soru sorduk birbirimize. Havanın durumunu, cemrenin ne zaman düşeceğini falan tartıştık saçma sapan.

Görsen bizi kesin şunlara bak, sanki meteoroloji uzmanı haspam derdin.


Yeni tanışmış ve aslında tanışmaya hiç de isteği olmayan iki insan olarak konuşacak daha iyi bir konumuz yoktu açıkçası defterim, sessiz kalmaktan iyiydi bir bakıma. Garson siparişlerimizi getirene kadar bu sığ sularda yüzmeye devam ettik.


Ancak sonsuza kadar burada kalamazdık. Ceyhun’un “Çok tuhaf, sanki seni hem senelerdir tanıyorum hem de tanımıyorum.” demesiyle mayınlı bölgeye adımımızı attık.


Açıkçası bende hem… hem… diye bir durum hiç yoktu, ben sadece tanımıyordum. “Nasıl yani?”


“Dedem senden çok bahsederdi.” diye cevapladı kısaca. “Bu yüzden seni sanki hem çok iyi tanıyorum hem de hiç mi hiç tanımıyorum.”


Diyecek bir şey bulamadığım için sadece gülümsemiştim. Dedem ile aramız çok da iyi değildi, annemlerin vefatından sonra köye neredeyse hiç gitmemiştim. Zaten muhtemelen gitsem Ceyhun’la o zaman tanışacak, miras meselesinden daha erken haberdar olacaktım.


Devam etti Ceyhun. “Benimle tanışmak istemediğini biliyorum ve inan bana, bu hiç problem değil. Seni de anlıyorum, anlamaya çalışıyorum en azından. Ancak açıkçası ben Sevim’in yanında söylediğim orandaki paydan vazgeçme niyetinde değilim.


“Bu paydan aşağısı beni kurtarmaz, bu konuda çok netim. Ayrıyeten dedem kötürüm olduğunda yanında kimse yoktu, ben vardım. Ömrünün son yıllarında hayatımı erteleyip ben baktım ona, bundan gocunmam da. Haksız bir kazancın peşinde olmadığımı bilmen için söylüyorum bunları.”


Ne diyeceğimi bilememiştim defterim, resmen ince ince paylamıştı beni. Haksız olduğunu söyleyemem; dedemin son günlerinde yanında değildim, bakımında hiçbir emeğim de yok. Ancak benim de haklı sebeplerim var, Ceyhun bunları zerre kadar bilmiyor. Kazadan sonra felçli kalan dedemle ilgilenemeyecek kadar Başak’la ilgileniyordum.


Kaza yapan arabada altı kişi vardı: annem, babam, teyzem, eniştem, anneannem ve dedem. Sadece dedem sağ çıktı bu kazadan, o da yatağa bağımlı kaldı. Ceyhun belki dedemle ilgilenmiş olabilir ancak ben de teyzemin ölümünü kabullenemeyen Başak’la ilgileniyordum. Kendimle ilgileniyordum. Üniversiteyi bitirmeye çalışıyordum. Hiç param olmadığı için çalışıp kendime bakmaya çalışıyordum. Bunca çabama rağmen ne kendi ruh sağlığımı stabil tutabildim ne borçtan kendimi kurtarabildim ne de Başak’ın intiharını engelleyebildim.


Ceyhun’un bunlardan haberi yoktu, kendisi dedeme bakarken benim yan gelip yattığımı zannediyordu herhalde.


Ancak defterim, Ceyhun’a bunları anlatmaya çalışmak inanılmaz külfetli geldi o an, hiç itiraz edemedim. Başak’tan bahsedecek gücüm yoktu, o dönem yaşadığım zorlukların her birini açıp tek tek anlatacak cesaretim de yoktu.

Konuyu başka yöne çekmeyi tercih ettim. “Neden aşağısı kurtarmıyor seni? Eğer özel değilse parayı ne için harcayacağını merak ettim.”


Sahiden, defterim, bana makul bir gerekçe sunması için sordum bu soruyu. Kendimi, yaşadıklarımı anlatmak o kadar zor gelmişti ki bana mantıklı bir sebep sunsun da az olan payı kabul edeyim diye düşündüm o an. Bu kadar isteksizim işte.


Ancak beyefendinin sebebi koca bir şaka gibiydi. “Ortağı olduğum şirketin yeni bir şubesi kurulacak şehir dışında, kendi payımı verip ortaklığı devam ettirebilmek için ihtiyacım var.”


Hayır defterim, çok ciddiyim böyle dedi. Annemle babamın vefatından beri yaşamımı sürdürebilmek için borçlanıp durdum. Yetmedi, o borçları ödeyebilmek için daha da borçlandım, koca bir borç batağı oldum. Duyduğum şu gerekçeye bakar mısın Allah aşkına? Şubenin de ortağı olmak istiyormuş beyefendi.


Gözlerim kocaman ayrılmıştı bu sebebi duyduktan sonra. “Dalga mı geçiyorsun benimle?” diye sordum, sinirle karışık bir kahkaha dudaklarımdan salınırken.


Kalakalmıştı, böyle bir tepki beklemiyor olmalıydı.


“Benim ne tarz zorluklar yaşadığımı biliyor musun? Borç içinde yüzdüğümü, meteliksiz olduğumu, annemle babamdan bana tek kuruş para kalmadığını?

“Şimdi karşıma geçip bir patron olarak, senin kazandığın parayı rüyasında bile göremeyecek olan bana şu gerekçeyi mi sunuyorsun? Ah, pardon paşam, al tabi ki! Sonuna kadar senin olsun. Ölüm kalım meselesiymiş, bilmiyordum (!)”


Sinirlenince tizleşen sesim ve titreyen ellerimle Ceyhun’u şoke etmiş olmalıydım, tüm şaşkınlığıyla gözümün içine bakıyordu. Hiç ama hiç pişman değildim, sabır taşı olsa çatlardı.


Birkaç saniyelik sessizlik olmuştu. Neden sonra “Ben patron değilim, Büşra.” diye mırıldandı.

“Şirketin aslında iki ortağı var, iki kuzen. Benim ortaklıktaki payımın esamesi okunmaz onlarınkinin yanında.”


Aklım karışmıştı ancak hâlâ çok sinirli hissediyordum kendimi defterim. Yeniden bir sessizlik oldu, bu kez biraz daha derin bir sessizlikti.


Devam etti Ceyhun. “Annenle baban vefat ettiği için hayatın sana tekmeyi vurduğunu, şanssız ve beş parasız olduğunu düşünüyorsun. Ancak sana şaşıracağın bir şey söyleyeyim, Büşra, dedemin vefatından sonra ben de seninle aynı durumdaydım. Bu hayatta benim de kimsem yoktu. Ne başardıysam kendim başardım.''

“Zannettiğin gibi zengin, patron falan değilim ben. Şansım yaver gitti, çok çalıştım ve hasbelkader şu an sahip olduğum mevkiye geldim. Doğru zamanda doğru yerdeydim, elimde bir miktar para vardı ve bunları kullanabilmek için varımı yoğumu ortaya koydum.”


Dudaklarımdan histerik bir kahkaha kaçmıştı. “Hasbelkadermiş, senden de iyi politikacı olur; iki dakikada nasıl da acındırdın kendini.”


Kabul ediyorum defterim, biraz ağır konuşmuştum. Çok sinirlenmiştim ve öfke kontrolünü sağlayamayan biri olarak Ceyhun’un hak etmediği, sert bir cümle kurmuştum. Ancak alınmışa benzemiyordu.


“Bunu acındırma olarak görmenin sebebi beni hiç tanımaman işte.” dedi, kendi tezini kanıtlamış olmanın verdiği acı gururla. “Kendimi acındırmıyorum Büşra, doğruları söylüyorum. Ancak sen, sana ne söylersem söyleyeyim beni anlamak istediğin gibi anlayacaksın, belli.”


Yeniden bir sessizlik oldu defterim, ikimiz de susmuştuk. Ceyhun’un söyleyecek lafı kalmamış olmalıydı ki sessizlik diğerleri gibi kısa sürmedi, sündü de sündü. Ne denir hiç bilmiyordum inan. Tahminimce ikimizin de hayatı bu güne kadar zorluklarla ve tutunma çabasıyla geçmişti. Ancak ikimiz de bunun hakkında konuşmak, uzun uzun anlatmak istemiyorduk. Ceyhun’un bu tanışma önerisinin nedenini biraz anlamıştım sanırım. Yine de, hedeflediği şeyi anlasam da, işe yaramayacağına emindim.


Nitekim bunu dile getirdim de. “Seni istediğin kadar tanıyayım, Ceyhun, patronluğuna patronluk katman için hakkım olan parayı hibe etmeyeceğim.”


Bir şey söylememişti, söylemeyeceği de aşikârdı. Önümdeki kahvaltıma baktım, boğazıma dizilmişti yediğim her şey. Çok uzatmak istemedim, orada daha fazla kalmak da istemiyordum zaten. Acil bir işim çıkmış gibi apar topar kalkıp kendimi kafeden dışarı attım.


Bu kadar. Hiçbir sonuca ulaşmadığımız, yetmezmiş gibi bir de saçma sapan tartıştığımız gereksiz bir buluşma oldu anlayacağın. Tam bir fiyasko. İşin kötü tarafı bundan sonra ne olacak hiçbir fikrim yok. Daha yolun başındayız ama ben şimdiden yoruldum inan.


Gelişmelerden haberdar ederim.

Görüşürüz sırdaşım.