Bin yıllık bir uykudan yeni uyanıyormuşçasına ağır hareketlerle yatağında doğruldu. Üstündeki battaniyenin ekseni kaymış, yarısı yere düşmüş bir şekilde yatağın üzerinde duruyordu. Zar zor açtığı göz kapaklarının arasından belli olan kahverengi gözleri, genç adamın yorgunluğunu gösterir bir şekilde sakince varlığını devam ettiriyordu. Açık kahverengi gözleriyle etrafını, içinde bulunduğu odayı lazer ışınları gibi taramaya başladı. Eşya olma sıfatını kazanmış olan her şey, dağınık bir şekilde düzenlenmeyi bekliyordu. Yatağın sağ yanındaki masada açık bırakılmış kitaplar ve yakmak için sigara arayan bir çakmak vardı. Yerde, yatağın hemen yanında, hızlıca çıkarılmış olduğu şekillerinden belli olan kıyafetler sessizce duruyorlardı. Açık bırakılmış televizyon ise akşam beş haberlerini sunmaya başlamış olan kadın muhabirin sesiyle odayı inletiyordu. Televizyon kumandasını, zayıflıktan dolayı kemikleri belirginleşmiş elleriyle yatağın içinde aramaya başladı. Küçük bir kovalamacadan sonra yakaladığı kumandayla televizyonu kapattı. Kendisinden başka kimsenin bulunmadığı oda, sessizliğe büründü.

Yavaşça yataktan çıktıktan sonra yerdeki telefonunu eline aldı. Telefon ekranındaki saat, akşam beşi gösteriyordu. Zihnine hücum eden ani bir düşünce, bu saate kadar uyumasının saçma olduğunu söylese de üzerinde çok düşünmedi. Ayağa kalktıktan sonra çıplak bir şekilde odanın ortasında duran bedenine baktı. Biçimsiz, zayıf ve buğday rengi tene sahip bir beden… Yerdeki boxeri eline aldıktan sonra yavaşça bedenine geçirdi. Ardından siyah renkli kot pantolonu ve kısa kollu gömleğini giydi. Yerde çorap ya da atlet yoktu. Çok da gerek duymadığını düşündükten sonra masanın hemen yanındaki sandalyeye oturdu. Kitapların arasından sigara paketini çıkarıp aç karnına yaktığı sigaranın dumanını ciğerlerine doğru yollamaya başladı. Ağzının tadı bozulsa da vücudunun nikotin ihtiyacını karşılaması kendini iyi hissetmesine neden oldu. Bozulmuş ağız tadıyla birlikte sigarayı söndürdükten sonra dudaklarından hırıltı çıkıyormuşçasına bazı kelimeler döküldü. ‘’Odamda olmama rağmen neden hiçbir şey hatırlayamıyorum?’’


Steven yirmi iki yaşında, kendi iç aleminde yaşan bir gençti. Daha doğrusu kendi iç aleminde yaşamak zorunda hisseden bir gençti. İnsanlarla kaynaşma hususunda başarılı olamamış, yaşıtlarının aksine daha az konuşmayı tercih ettiği için dışlanmış ve sistem tarafından yalnız bırakılmış birisiydi. Aslında bu durumdan şikayetçi değildi fakat bazı zamanlar yaşıtlarının arasına karışmak, ergenliğini yeni atlatmış gençlerin küstah ve kendinden emin konuşmalarını dinlemek de istemiyor değildi. Steven, annesi ve babası ile birlikte iki katlı müstakil bir evde varlığını devam ettiriyordu. Ailenin ikinci ve son çocuğuydu. Abisi evlenmiş ve evlenen bütün insanlar gibi ailesiyle olan bağını kopartacak kadar delirmişti. Abisinin aksine Steven, ailesine çok bağlıydı ancak bağlı olmak istemeyecek kadar sinirlendiği zamanlar da oluyordu. Bütün yaşanılanlara rağmen bu genç adam, odasının içinde kurmuş olduğu sahte dünyayı -bu isimlendirmeyi okul arkadaşları yapmıştı- seviyordu.

Steven, sönmüş sigaranın çıkardığı son duman parçası odanın içine yayılınca ayağa kalktı. Uzun süredir uyuduğundan olsa gerek acıkmış hissediyordu. Oturduğu sandalyeden hafifçe doğruldu. Çorap giymediği ayakları üşümeye başlamıştı. Hâlbuki odanın petekleri de yanar vaziyetteydi. Yavaşça yürümeye başladı. Kapı, giysi dolabının hemen yanında, yatağın ayak ucunun dönük olduğu yerdeydi. Kapıya ulaştığı zaman nedensiz bir baş ağrısı kafasını zonklatmaya başladı. ‘’İçtiğim sigaradan olmalı.’' diye düşündükten sonra kapı kulpunu tuttu. Kapının kulpunu aşağı yukarı hareket ettirmesine rağmen kapıyı açamadı. Kapıyı kilitleyerek mi yattığını hatırlamak için küçük bir beyin fırtınası yaptıktan sonra giysilerini giydiği yere döndü ve anahtar aramaya başladı. Daha önce böyle bir şey yapmışlığı hiç olmamıştı. Ama yapmamış olduğundan da emin değildi. Zaten bir insanın eylemlerinin kesinliğinden hiçbir zaman bahsedilemezdi ona göre. Steven için her insan başlı başına bir kara kutu gibiydi. İçinden çıkabilecek şeyi sadece kendisi yani kutu bilebilirdi. Uzun süren arama kurtarma çalışmalarına rağmen anahtar namına hiçbir şey bulamadı. Canı sıkılmışa benziyordu. Karnından gelen sesler can sıkıntısını daha da artırıyordu. Kendini kapana sıkışmış bir kedi yavrusu gibi hissetti. Kolundaki siyahlaşmış kıllar, nereden geldiğini bilmediği esintiyle birlikte daha da sertleşti.

‘’Belki de annem kilitlemiştir.’’

Mantıklı bulmasa da içinden geçirdiği bu düşünce kapıya dönmesine, ardından kapı kulpunu zorlarken ‘‘Anne!’’ diye bağırmasına neden oldu. Odanın dışından gelen bir ses duyamıyordu. Hızlı bir şekilde gerçekleşen olaylar canını daha da fazla sıkmıştı. Kafasını kapıya yasladıktan sonra sinirden dolayı kızarmış boğazından hırıltılı küfürler yere doğru düşmeye başladı.

Kendince sakinleştiğini düşündükten sonra sandalyeye geri döndü. Açlığı devam etmesine rağmen ikinci sigarasını yaktı. Ağzından çıkan dumanları o kadar hızlı yolluyordu ki Steven’i gören kömürle çalışan gemilerden herhangi biri sanırdı. Odada kilitli kalmanın telaşı kaybolmuştu ancak kapının kilitli olması hâlâ canını sıkıyordu. Elindeki sigarayı söndürmek için uğraşırken kapının açılma sesiyle birden irkildi. ‘’Kapıyı kilitlemenin mantığı ne anne?’’ diyecekti ki karşısında takım elbiseli bir adam görmesiyle cümleyi tamamlayamadan yutmak zorunda kalması bir oldu.

Kapıyı hızlıca kapatan adam, içeri girip sessizce beklemeye başladı. Gözleri sandalyede oturan Steven’in üzerindeydi. Simsiyah gözlere sahip adamın yüzü, garip bir şekilde gülümsüyordu. Steven ise şaşkın gözlerle adama doğru bakıyordu. Odada hiç ses yoktu. Yatak, masa, sandalye, televizyon daha doğrusu odadaki her şey suskunluk orucuna niyet edip yatmış gibiydi. Takım elbiseli adamın yüzündeki gülümseme hâlâ devam ediyordu. Steven kısa süreli şaşkınlığını atlattıktan sonra kuru bir öksürükle boğazını temizledi. Uzun bir konuşmaya başlayacak bir patronmuşçasına ayağa kalktı. Fark etmeden sağ elini havaya kaldırdı ve uzun süreceğini sandığı konuşmasına başladı.

‘’Sen de kimsin lan?’’

Odanın sessizliğini bölen ve yüksek sesle çıkan cümleye rağmen adamın yüzündeki gülümseme hâlâ kaybolmamıştı ve bu gülüş tarzı Steven’in kalbine korkmasını emreden bir tarzdaydı. Elini kaldırmış olduğunu fark eden Steven, beynine sakin olması gerektiğini hatırlatan cümleler yolluyordu. Odasının kapısını açamamış birisi olduğu göz önünde bulundurulursa Steven’in hissettiği duygu da anlaşılabilir. Sorusuna cevap alamayan Steven, sesini daha fazla yükselterek annesine yardım çağrısı yollamak istermiş gibi konuşmaya devam etti.

‘’Sana bir soru sordum! Kimsin sen?’’

Geceden bile karanlık gözlere ve bir takım elbiseye sahip adam, gözlerini odanın içinde gezdirdikten sonra Steven’in gözlerine kenetlendi. Vereceği cevabı gözleriyle anlatmak istiyormuş gibi bir hâli vardı. Kendisine dikkatli bir şekilde bakıldığını anlayan Steven’in başındaki küçük ağrılar, yerini daha büyük ağrılara bırakmaya başlamıştı. İstemsizce kendini sandalyeye bıraktı. Gözlerini kısa süreliğine kapattığını sandı ama kısa süreli bir uykuya daldı. Odada işitilen son şey, Steven’in dudaklarından çıkan minik küfürlerdi.

Kısa süreli uykusundan uyanan Steven, gözlerini yavaşça açtı. Karşısında yine aynı adam duruyordu. İlk gördüğünden farklı olan tek şey, adamın yüzünden silinip gitmiş olan gülümsemeydi. İçindeki yaşam enerjisini kaybetmiş gibi hisseden Steven, bu sefer çaresizlikle sorusunu yineledi.

‘’Söylesene be adam! Kimsin sen?’’

Steven’in çaresizliği dudaklarından çıkan her harften kendini belli ediyordu. Teninin üşüdüğünü, kan akışının yavaşladığını ve bazen nefes bile alamadığını düşünmeye başladı. Steven kavgadan çıkmış da dayak yemiş gibi hissetmeye başlamıştı. Sanki bir cümle daha söylese, son enerjisini konuşmaya harcamaktan dolayı baygın düşecek gibiydi. Gözlerinde hem çaresizliğin hem de merak dürtüsünün izleri vardı.


Takım elbiseli adam yavaşça Steven’in yanına doğru yürümeye başladı. Dört adım sonra masanın yanına gelmişti. Steven yarı baygın bir şekilde oturuyordu ve kolunu dayandığı masadan çektikten sonra ellerini hızlıca adamın eline götürdü. 

‘’Ne olur konuş! Kimsin sen?’’

Sinsi bir gülüş adamın büyük dudaklarını yırtılacakmışçasına genişlettikten sonra bembeyaz ellerini Steven’in omzuna koydu.

‘’Çok yorgun gözüküyorsun Steven. Ne oldu sana?’’

Adamın ellerini omzuna koymasından sonra güçlendiğini hisseden Steven, hızlıca ayağa kalktı. Odanın içindeki iki insan, birbirlerine çok yakındı ve her ikisi de birbirlerinin gözlerine bakıyordu. Bu bakışma hâlini bozan şey, takım elbiseli adamın tok sesiyle konuşmaya devam etmesi oldu.

‘’Eğer ismimi soruyorsan söyleyeyim. Adım Angel.’’

‘’Tanıştığımıza memnum oldum Angel. Ben de Steven. Ayrıca izinsiz girdiğin bu odanın sahibiyim.’’

Adamın rahat tavrı Steven’in sinirini bozsa da düşmanını tanıyan her insan gibi o da kendini rahatlamış hissetti. Ne de olsa bilinmez bir düşmandan korkmak, bilinen bir düşmandan korkmaktan daha ağırdır. Steven’in aklına takılan yersiz, belki de lüzumsuz bir şey vardı ve sormaktan geri durmayacaktı. Odasında yabancı bir insan olmasına rağmen Steven’ın rahat davranması, kendisini hiç kimsenin önemsemediği düşüncesinden doğan bir umursamama hâli mi yoksa sıkıntı olmayacağına dair içindeki inanç mı bilinmez.

‘’Angel ismi kadınlar için diye biliyordum. Yoksa yanılıyor muyum?’’

Sorulmasını beklediği sorulardan birinin bu kadar erken gelmesine içten içe sevinen adam, yarım bir gülümsemeyle cevap verdi.

‘’Kadın-erkek ayrımı, sen ve senin gibi olanlar için geçerli Steven. Benim için öyle bir ayrım yok.’’

Steven son duyduğu cümleden dolayı şaşırdı. ‘’Acaba bu adam insan olmadığını mı iddia ediyor?’’ diye düşünmeden edemedi. Hazmetmeye çalıştığı bu düşünceyle beraber konuşmaya devam etti.

‘’Burada olduğunuza göre benimle ilgili bir mesele var gibi duruyor. Yanılıyor muyum?’’

‘’Haklısın Steven.’’

‘’Peki bunu öğrenme şansım var mı?’’

‘’Sabırlı ol Steven. Bu odada geçireceğimiz bir sürü zaman var. Merak ettiğin her şeyi öğreneceksin.’’

Sinsi bir gülüş, konuşmasını bitirmesiyle beraber adamın yüzüne yayılmaya başladı ve bu gülme tarzı Steven’in hiç hoşuna gitmedi.

‘’Acaba neye güldüğünüzü öğrenebilir miyim?’’

Yüzündeki gülümsemeyi aniden kesen adam somurtkan bir yüzle konuşmaya başladı.

‘’Şu gülme işini hiç ayarlayamıyorum nedense. O kadar da uyarı almama rağmen… Eğer Baba duyarsa benim için çok sıkıntı olur. Az önceki soruna gelirsek Steven, buraya gelme sebebim, beni çağırmış olman.’’

‘’Sizi çağırmak mı? Kim olduğunuzu bile bilmiyorum. Adınızı bile yeni öğrenen birinin sizi çağırması nasıl mümkün olur acaba?’’


Steven kafa karışıklığını belli etmek istemese de cevabını öğrenmek için uğraştığı her soru meraklandığını, aldığı garip cevaplardan dolayı da korktuğunu belli ediyordu.

‘’Nasıl söylemem gerektiğinden emin değilim ama direkt olarak söyleyeyim en iyisi.’’

Takım elbiseli adam elini yüzünde gezdirdikten sonra dudaklarından çıkan çarpıcı bir cümleyi Steven’a doğru yolladı. 

‘’Steven! Sen ölmüş bir insansın ve beni çağırman da öldüğün an gerçekleşti.’’


Steven son cümleyi duyduktan sonra kafası karman çorman olmuş bir vaziyette kendisini sandalyeye bıraktı. Yaşadığına, sigaranın ağzının tadını bozduğuna ve kafasında ağrılar hissettiğine emindi ancak hiç tanımadığı bir adam öldüğünü söylüyordu. ‘’Gerçekten garip bir rüya’’ diye düşündü. ‘’Evet, bir rüya. Böyle saçma şeyler zaten rüyada olur. Rüyadan başka hiçbir şey olamaz.’’ Kendini rüya içinde olduğuna ikna ettikten sonra hızlanan kalp ritmini yavaşlatmaya çalıştı. ‘’Bir rüyanın içindesin Steven. Garip bir rüyanın içindesin sadece. Sakin ol!’’ Zihninden geçirdiği düşünceler takım elbiseli adamın konuşmasıyla aniden son buldu.

‘’Teorik olarak rüya gördüğün doğru. Pratik açıdan bakarsak eğer içinde olduğunu iddia ettiğin bu rüyaya, gördüğün son rüya da diyebiliriz.’’

Ne yapacağından emin olamayan Steven, odanın içerisinde tur atmaya başladı. Kendisine şaka yapıldığını hissediyordu. Hızlıca kapıya doğru ilerledi.

‘’Boşuna uğraşma Steven. O kapıyı hiçbir zaman açamayacaksın.’’

Kendisine seslenildiğini anladığı cümleden sonra kapı kulpunu tuttu. Kapı gerçekten de açılmıyordu. ‘’Daha az önce bu kapıdan birisi girmişti.’’ diye düşündü. Ancak düşüncesi, kapıyı açmasına hiçbir fayda vermedi. Akmaya başlayan gözyaşlarıyla beraber kendisinin bile zor duyduğu cümleler dudaklarından uçtu gitti.

‘’Lanet kapı! Açıl işte, açıl!’’

Adam teselli etmek için mi yoksa başka bir sebepten mi bilinmez, Steven’in yanına geldi. Steven’in elleri kapı kulpundaydı ve güçsüzlüğünden olsa gerek, yere çömelmiş bir vaziyette duruyordu.

‘’Ayağa kalk dostum. Bu kadar güçsüz olma.’’

Gözyaşları yanağını tuzlu suya batırırken konuşmaya çalışan Steven’in söyledikleri zar zor duyuluyordu. ‘’Hem öldüğümü hem de bana güçlü olmam gerektiğini söylüyorsun. Eğer bu şaka ise cidden hiç hoş değil.’’

‘’Şaka değil Steven. Hem ölümün şaka yaptığı nerede görülmüş ki?’’


Omuzlarından tuttuğu genç adamı masanın yanındaki sandalyeye kadar taşıyan adam, televizyonun yanı başındaki sandalyeyi alıp Steven’in karşısına oturdu.

‘’Gençsin, biliyorum. Belki de yaşamayı hayal ettiğin bir sürü güzel gün vardı. Ama ne yapabilirsin ki? Kimse ölüme karşı koyamaz. Ayrıca senin gibi birinin daha dirençli olması lazım.’’

Arkası kesilmiş gözyaşlarını koluyla silen Steven, meraklı gözlerle karşısındaki adama baktı.

‘’Nedenmiş o?’’

‘’Sonuçta ölüm seni seçmedi. Sen ölümü seçtin.’’

Duyduklarıyla yeni bir şoka giren Steven, intihar ettiğini dolaylı yoldan da olsa anlamıştı. Birazdan söyleyeceği cümle onun için hiç kolay olmayacaktı.

‘’Ben… İntihar mı ettim?’’

‘’Evet Steven, evet. Bu gerçeği her ne kadar kabullenmek istemesen de olanlar bundan ibaret.’’

Duyduklarıyla şoke olan Steven, durgunlaşmaya başlamıştı. Duyduğu her cümleyi bir değirmen misali öğütmek ve hazmetmesini kolaylaştırmak istiyordu fakat girdiği bütün uğraşlar boşa çıkıyordu. Düşünmek için masadaki paketten sigara çıkarıp yaktı. Hızlıca içip bitirdiği sigaranın dumanlarıyla ciğerlerini, izmaritiyle de masayı dövdü. İçinde kalan son dumanı da odanın boşluğuna yolladıktan sonra ölü olmadığına dair ümidini ateşleyen soruyu sordu.

‘’Öldüğümü iddia ediyorsun. Peki içtiğim bu sigara? Ağzımda bıraktığı iğrenç tadı ve ciğerlerime giren dumanları hissetmemi nasıl açıklayacaksın?’’


Sigara içtiğinden ya da yaşadığına dair içinde kalan son umut parçasından mı bilinmez, Steven’in dudaklarından dökülen son cümle, gayriihtiyari bir şekilde kendine güvenen genç bir adamın ses tonunu andırıyordu.

‘’Çok basit Steven. Ölmeden önce içmiş olduğun sigaraların tadını hatırlıyorsun. Bu kadar basit aslında. Unutma, insan beyni bir not defteri gibidir. Hatırlamak istediğin şeyi oraya bir kere yazman yeterli. Hani yaşlılar yedikleri bir meyveden sonra çocukluklarına döndüklerini hatırlarlar ya, tıpkı onun gibi. İçtiğin sigara, yediğin meyve veya seviştiğin kadının ağzında bıraktığı tat, her zaman kafanın içindedir. Sen unuttuğunu sansan da o hiçbir zaman silinmez.’’


Steven karnından bir darbe yemiş gibi afalladı. Mantıklı bir cevap, bütün ihtimalleri yok edebiliyordu ve Steven, ordusunu kaybetmiş bir komutan misali kendini ölmüş olduğu gerçeğine bırakmaya başladı.

‘’Peki… Ben öldüm. Bunu anlıyorum ya da anlamak zorundayım. Tam olarak emin değilim. O zaman şuna cevap ver. Öldüğüm hâlde neden yaşadığımı hissediyorum? Neden seninle baş başa oturmuş bir şeyler konuşuyoruz?’’

Her sorunun bir cevabı vardı ve Steven bunu iyi biliyordu. Bilmediği şey ise bazı soruların cevaplarının her zaman kabul edilebilir olmayacağıydı.

‘’Kalbin duralı çok oldu Steven. Sen şu an yaşamıyorsun ki. Yaşadığın zamanlardaki anılarının içindesin. Her şey bu kadar basit ve net aslında. Son soruna gelecek olursak burada baş başa verip oturmamızın asıl sebebi neden öldüğünü öğrenmem gerek.’’

‘’Öldüğümü söyleyen sensin. İçimde yaşadığıma dair son bir umut var. Bu yüzden bir zahmet neden öldüğümü, daha doğrusu neden intihar ettiğimi sen açıkla!’’


İntihar etmek ile alakalı kurduğu son cümle Steven’in sessizleşmesine, hatta oturduğu sandalyede birazcık küçülmesine sebep oldu. İnsanın öldüğüne inanması zor oluyordu. Yaşadığını hissederken öldüğüne inanması ise çok zor oluyordu.

‘’Senin ölümüne yol açan şey, boğazını sıkan ipin nefesini kesmesi. Zaten insanların neden öldüğü ile çok ilgilenmemek gerekir. Bir süre sonra hatırlanacak tek şey, ölmüş olduğu gerçeğidir.’’

‘’İntihar ediyorum. Demek ki ölümü isteyerek, bilerek ve kabullenerek göze almışım. Peki neden hiçbir şey hatırlamıyorum ben?’’


Kirli sakalın altında gizlenen dudaklardan çıkan bu cümle, serzeniş barındıran bir özelliğe sahipti. Bu serzeniş, Steven’in hem kendisine hem de karşısında oturan, takım elbisesinde bir toz dahi bulunmayan adamaydı. Takım elbiseli adam ise her şeye rağmen sakinliğini koruyordu. Ellerini, arkaya taranmış uzun saçlarının arasında gezdiren adam, derin bir nefes aldıktan sonra konuşmaya başladı.

‘’Şöyle düşün. Aslında şu an bulunduğumuz yer kısacası odan, senin iki dünya arasındaki bilet satın alman gereken gişe. Buradan bilet almadan hiçbir yere gidemezsin.’’

‘’Bir nevi araf gibi bir şey öyleyse...’’

‘’Herkese özel olan bir araf da denilebilir.’’

‘’Peki… İntihar etme nedenimi merak etmenin gerekçesi ne o zaman?’’

‘’Baba sayesinde görebildiğim tek şey, senin intihar etmiş olman. Aslında neden intihar ettiğini Baba biliyor ama benim görevim bu. Senin neden intihar ettiğini, neden ölmek gibi bir eylem içerisine girdiğini öğrenmem lazım. Hem de senin cümlelerinden. O yüzden bana bir şeyler söylemen gerekiyor.’’

‘’Ne söyleyebileceğimi inanın ki bilmiyorum. Hiçbir şey hatırlamıyorum!’’


Takım elbiseli adam -ki isminin Angel olduğunu söylemiştik- ellerini yavaşça Steven’in bacağına koydu. Rehin aldığı adamı rahatlatmak isteyen katil gibi hareket etmesine neden olan şey, bu genç adamın ölüme seve seve gitme nedenini öğrenmek istemesiydi.

‘’Rahatla biraz. Şimdi sana bir şeyler soracağım. Verdiğin cevaplar belki de bir şeyleri hatırlamana sebep olabilir.’’

‘’Tamam öyleyse… Bekliyorum, hadi sor.’’

‘’Ölüm senin için ne anlam ifade ediyor Steven? Bir yok oluş süreci mi yoksa yeni doğmuş bir bebeğin ciğerine giren oksijen yüzünden ağlaması mı?’’

‘’Bilmiyorum… Ertelenmiş bir kavuşmanın sonunda gerçekleşmesi de denilebilir.’’

‘’O hâlde ölümün seni bir şeyle kavuşturmasına inanıyorsun. Yanılıyor muyum?’’

‘’Ölümün bir insanı neyle kavuşturacağını bilmiyorum. Ama kavuşturacağı şey, gerçek olma sıfatını kazanmış tek şeydir.’’

Ağzından çıkanlara şaşıran Steven, hiçbir şey hatırlamamasına rağmen bu cümlelerin dudaklarından dökülmesini garip bulmuştu. Yaşadığı şaşkınlıkla beraber içine doğan soruyu sordu.

‘’Söylediğim şeyler bana ait fikirler mi?’’

‘’Evet Steven. Bahsettiğin şeylerin hepsi senin fikirlerin.’’

‘’Ama nasıl olur? Hiçbir şey hatırlamadığıma eminim hâlbuki.’’

‘’Anılar silinse de sende bıraktığı izler hiçbir zaman silinmez. Fikirler, insan ruhunun içinde kalan en büyük izlerdir.’’

‘’Beni konuşturmaya çalışmanın sebebi bu mu? Fikirler sayesinde neden intihar ettiğimi mi anlayacağız?’’


Samimi bir gülümsemeyle cevap veren adam, ‘’Evet’’ demekten başka hiçbir şey söylemedi. Kısa süreli sessizlikten yararlanmak isteyen Steven, paketten bir sigara çıkarıp yaktı.

‘’Yavaş yavaş anlamaya başladın... Öyleyse bir diğer soruma geçiyorum. Az önce ''gerçek olma sıfatını kazanmış tek şey'' diye bir cümle kullandın. Kafama takılan bir şey var. Ölmeden önce yaşadığın hayatı gerçek olarak kabul etmiyor muydun?’’

‘’Gerçeğin ne olduğu hakkında ben de tam olarak emin değilim. Ne bileyim… Yaşadığım hayat beni her türlü sınırlandırmaya maruz bırakıyordu. Bu yüzden sınırlar arasında kaldığım bir dünyada, ‘gerçek ben’den ne kadar söz edilebilir ki?’’

‘’Ölmeden önceki hayatında kendini kapana sıkılmış gibi hissediyordun galiba. Seni sınırlandıran şeyler neydi ki?’’

‘’En bariz olanını söylemek gerekirse yaşama devam etme içgüdüsü diyebilirim. Sevgi, nefret, aile… Bunlar da başlı başına bir örnek sayılabilir aslında.’’

Steven yavaş yavaş dökülmeye, kafasının içindekileri söylemeye başlamıştı ve arafta kalma sürecinin daha da kısa bir zamanda biteceği bu şekilde belli oluyordu. Takım elbiseli adam acelesi varmışçasına bir diğer soruyu sordu.

‘’Ama bu bahsettiğin şeylerin hepsi, insanın varlığına anlam katan şeyler değil mi?’’

‘’Söylediğin gibi… Bahsettiklerimin hepsi aslında insanın kim olduğuna ve kim olabileceğine de karar veren şeyler. Ama ne bileyim… Ben bütün kavramlardan soyutlanmak, kendimi aşmak istiyordum.’’


Odanın sessizliğini bozan cümlelerin sonuncusu, Steven’in aniden susmasına ve göz bebeklerinin büyümesine neden oldu. Hiçbir şey hatırlamayan çocuk, her şeyi aniden hatırlamaya başlamıştı çünkü. Steven’in sağ elinde duran sigara, içilmeye bile fırsat bulunmadan söndü. Takım elbiseli adam ise Steven ile dostmuşçasına gülümsüyordu.

‘’Gördün mü? Fikirler insanların kimliğidir aslında. Ve sen de intihar etme nedenini biliyorsun artık.’’

Steven kısa süren bir kahkaha patlattı. Neden var olduğu bilinmeyen bir neşe, Steven’ın içine oturmuş ve gitmeyeceğine söz vermiş gibiydi.

‘’Bu kadar kısa sürede hatırlayabileceğimi hiç tahmin etmiyordum açıkçası.’’

‘’Önemli olan her zaman sonuçtur benim için. Hatırladığın sürece bir sıkıntı yok.’’

Steven meraklı gözlerle, ‘’Peki şimdi ne olacak?’’ dedi.

‘’Hiçbir şey. Şu kapıdan çekip gideceksin.’’


Takım elbiseli adamın parmakları, odaya girdiği kapıyı gösteriyordu. Steven’in gözleri ise açamadığı kapının kulpuna kilitlenmişti.

‘’Odadan çıktığım zaman beni bekleyen şey ne olacak peki?’’

‘’Bunu ne ben bilebilirim ne de bir başkası. Oraya gittiğin zaman göreceksin.’’

Takım elbiseli adama, kaybolmayan merakla birlikte, ‘’O zaman senin görevin, insanlara neden öldüğünü mü hatırlatmak sadece?’’ diye bir soru sordu.

‘’Sadece neden öldüğünü hatırlatmak da denemez aslında. Ben, bedenden ayrılan ruh parçasını toplayan çöpçüyüm.’’

‘’Ölüm meleği de diyebiliriz o hâlde.’’

‘’Yani… Herkes beni öyle tanır ama aslında ben ruhları topluyorum. Ölümün insanları kucaklamasının benimle pek bir ilgisi yok.’’

Takım elbiseli adamın ölümle anılmaktan çekindiği her hâlinden belli oluyordu. İsmi yanlış zikredilen birisi gibi Steven’ın yüzüne bakıyordu.

‘’Alakasız bir soru olacak ama neden benim odamda görüşüyoruz. Daha farklı bir yer olamaz mıydı?’’

‘’İnsanların ruhları en güçlü oldukları yerlere döner. Senin ruhun bu odayla neredeyse bütünleşmiş gibiydi. O yüzden başka bir yerde görüşmek hata olurdu.’’

“Bu herkes için geçerli bir şey mi? Ruhların geri dönme meselesi?”

“Bu zamana kadar topladığım insan ruhunun haddi hesabı yok. Neredeyse tamamı öyleydi, bazıları hariç.”

“Aykırı ruhlar diyebiliriz kısacası.”

“Aykırı değil de özel ruhlar diyelim.”

“Özel mi?”

“Evet, özel ruhlar. Peygamberler mesela…”

“Peygamberlerin kendilerini güçlü hissettikleri yerler yok mu yani?”

“Güçlü hissettikleri bir yer yok açıkçası. Peygamberlerle dünyanın neresine gidersen git veya dünya dışına çık, kısa sürede orayla güçlü bağlantılar kurabilirler. Onların özel bir ruhu var gerçekten. Anlatmak biraz zor olur açıkçası.”

“Anlıyorum.”

“Ayrıca şunu söylemem gerekir ki insanın uyanması, karanlığa adım atmasıyla başlar.”


Tam olarak neden söylenildiği anlaşılmayan son cümleyle beraber odadaki iki kişinin de konuşması bitmişti ve birbirlerine bakan göz bebekleri bunu belli eden bir vaziyetteydi. Takım elbiseli adam, yavaşça ayağa kalktı. Misafirini uğurlamak isteyen bir adamın hareketlerini yapıyordu. Elini yavaşça Steven’a doğru uzattı. Kendisine el uzatılan Steven, ayağa kalktıktan sonra takım elbiseli adamın elini sıktı. İki arkadaşın kısa sürecek vedalaşmasına benzer bir tablo vardı odanın içinde. Sıkılan eller bırakıldıktan sonra takım elbiseli adam kapıya doğru yürümeye başladı. Kapı kulpunu tuttuktan sonra yavaşça kapıyı araladı. Yüzünde oluşan samimi gülümsemeyle beraber boşta kalan eliyle kapının dışarısını gösterdi. Steven, çorap giymemekten ötürü soğumuş ayaklarıyla beraber kapıya doğru ilerledi. Son bir kez takım elbiseli adamın yüzüne baktıktan sonra adımını dışarı attı ve karanlığın içinden gelen kızılımsı bir ışık parçasına doğru yürümeye başladı.


Bilal Kartal/Nisan 2020