Havanın bunaltıcı sıcağında yapılacak en güzel şey soğuk bir duş alıp uzanmaktı. Evde ve aklında kimse yoktu. Merdivenleri tırmanırken, zihninin birazdan ona yapacaklarından habersiz, soyunup kendini soğuk suyun altına attı. Yüzüne vuran su damlalarının şımartmasına izin vererek serinlemeye çalıştı. Aklı ev kadar sessiz ve temizdi. Banyo kapısının arkasındaki havluyu aldı. Yeni yıkanmıştı, burnuna gelen mis gibi sabun kokusunu içine çekerken:

“Ne kadar sert,’’ diye düşündü.

Islak ayakları yerde iz bırakıyordu. Ayak izlerinin yanında, kısa bir zaman önce oradan geçmiş beyaz bir kedinin pati izleri vardı. Ruhu bir savaşçı kadar yorgun, tekerlekli sandalyesinde oturup hiç konuşmadan, denize bakan yaşlı bir kadın kadar da sakindi. Yatak odasına geldiğinde duvarların kirlendiğini gördü. Kendi kendine, boyayalı ne kadar zaman oldu ki diye söylendi.

Boyadıkları günü daha dün gibi hatırlıyordu. İçini bir hüzün kapladı. Zamana tutunamamaktan yakınıyordu son yıllarda. Dünyanın daha hızlı döndüğünden emindi neredeyse. Çocukken bir hafta bir yıl gibi gelirken, şimdi bir yıl bir gün gibi geçiveriyordu.


Havluyu yer çekimine bıraktı. Yer çekimi gücünden hiçbir şey kaybetmezken annesini düşündü. Yaşlı bedeni, yer çekimine artık karşı koymakta zorlanıyordu. Beyaz çerçeveli aynada güneşten yanmış teni ile güneş görmemiş yerlerinin arasındaki farka baktı. Saçlarından damlayan sular, belinin kıvrımından kalçalarına akıyordu. Hava çok sıcaktı. Pervaneyi üzerine gelecek şekilde ayarladı. Panjurları kapattı ve yatağa uzandığında kırmızı yastığına sarıldı.

Bu sarılış büyük bir özlemin dışavurumu gibiydi. Sanki zihni, sabrı taşmış; özür bekleyen bir adama doğru sürüklüyordu onu. Gözlerini kapattı ve kirpiklerinin arasından 1,95 boylarında, saçı tamamen sıfıra vurulmuş, kocaman elleri ve ayakları olan, yüzü kalemle çizilmiş gibi; hatları güzel bir adam gördü. Adam, kirpiklerinden dökülen yaşlardan ıslanmaya başlamıştı bile. Oldukları yer bir sahil kasabasıydı. Güneş kumları yakmaktan vazgeçmiş, yerini hafif bir rüzgara bırakmıştı. Adam, deniz kenarında bir şemsiyenin altında onu bekliyordu. Sigarasını söndürmüş, kadının geleceğine olan inançsızlığıyla denize doğru bakıyordu. Bu kaçıncı sözleşmeleriydi? Kadın her zaman bir bahane bulup onu atlatmasına rağmen bu sefer görüşmek için gerçekten kararlıydı. Adam başını neyin ıslattığını anlamak için boynunu sağ yana kırdığında, gözleri ilk kez birbirine bakıyordu:

“Merhaba Cosi!’’ diye seslendi.

Büyük bir hayret ve hayranlıkla bakıyordu kadının siyah çekik gözlerine. Evet, Cosi’nin daha önce birçok fotoğrafını görmüştü ama canlı canlı karşısında durması bir başkaydı. Sevinçten yerinde duramıyordu. Kadın lacivert bir elbise giymişti. Kumda yürüdüğü için ayakkabılarını çıkarmış elinde tutuyordu. Tırnaklarında koyu renk bir oje vardı. Ayakları bakımlı, temiz ve güzeldi. Buna rağmen adam başını yere indirdiğinde ayak parmaklarını kuma gömdü. Utandığı neydi? Bunu kendi bile bilmiyordu. Tüm bunlar olurken,

“Merhaba güzelim, hoş geldin. Neredesin ve neden bana gelmek için bunca zaman bekledin?’’ diyerek onu sol kolundan tutup kendine doğru çekti.

Cosi, ayakları kuma gömülü olduğu için bir an tüm ağırlığını istemeden de olsa ona vermiş bulundu. Mai oturduğu yerden kadının tüm vücudunu elleriyle sardıktan sonra daha çok kendine çekti. Cosi sırtından tüm vücuduna yayılan bir ürpertiyle kendine geldi. Adamın görüntüsü ile sesinin naifliği, içtenliği ve yumuşaklığı hiç örtüşmüyordu. Hafızasına kazınmış olan bazı konuşmalar Mai’nin çok çabuk sinirlenen, sinirlendiği zaman ağzından çıkanları duymayan bir adam olduğuydu. Söyleyecek çok bir sözü yoktu, bunları konuşmaya gelmemişti. Tek istediği her ne olduysa üzerine bir sünger çekip, her şeye yeniden başlamaktı. Cosi, Mai’ye sarılıp:

“Özür dilerim,’’ diyebildi sadece, “bu kadar beklememeliydim.’’

Gözlerinden boşalan yaşlar kirpiklerinden Mai’nin saçsız başına düşmüş, yanaklarından akan yaşlarla birleşmişti. Deniz mavi, gri ve yeşil arasında gidip gelirken:

“Kahve içer misin?’’ diye sordu Mai Cosi’ye,

Yorgun bir “Evet,’’ diyebildi Cosi başını sallarken, ona teslim ettiği yüreğini onayladı yaşlı kirpiklerine kapanan gözleri.

Mai 1.95 boyundaydı. Ayağa kalktığında ürküyordu insan. Belli ki yüreği boyundan uzun bir yolun yorgun yolcusuydu. Topraklarını terk ettiği günler çok geride kalmıştı kalmasına ancak o bu konuda hiç kimseyle konuşmuyordu. Yüreğinin yorgunluğu yeni bir yaşama tutunmak, yabancı olduğu bir ülkede yeniden başlamak olabilirdi ancak yıllardır kendisine çıkıp gelmesi için yalvardığı bu kadını beklemenin de acısı vardı yüreğinde. Cosi bunun tek suçlusunun kendisi olmadığını bildiği halde bu gecikmişliğin suçluluğunu az da olsa duyuyordu. Kumların içinde kahve almaya giden adamın kumu delerek giden ayaklarına baktı arkasından. Mai aniden geri döndü ve kadına doğru uzanıp:

“Gel!’’ dedi, “gel benim güzel gözlüm, gittiğim her yerde yanımda ol, yok olmana dayanamam artık. Bu günü çok bekledim ben. Hala anlamadığım şey, bu aşkı neden bu kadar beklettiğin? Bunun cevabını senden bugün almalıyım. Neyi beklediğimi ve sensiz geçirdiğim yılların nedenini öğrenmeliyim?’’


Kadın lacivert elbisesinin fırfırlarını elleriyle topladı. Bu etekler rüzgarda açılıyordu, ayakkabılarını eline aldı ve minnacık elini adamın uzanmış, sıcacık avuç içine koydu. Mai yıllardır yarım kalmış, eksik bir duygunun tamamlanmış hissiyle adımlarını daha sert ve sık atmaya başladı. Cosi ona yetişmek için daha sık adım atıyordu. Adamın avuçlarında yürürken, sol tarafta duran tahta masaya baktı. Masa çok büyük ve çok güzeldi. Adamın hızlı adımlarına yetişmeye çalışırken, gözü masanın etrafındaki sandalyelere takıldı. Burada çok uzun zaman geçirmişti, çok sevdiği bir yerdi. Kahve kokusuna karışırdı yaptığı çalışmalar ve bu masanın üzerini okşardı yorulduğunda. Kesilen ağaçlara üzülürken, Mai’yi düşünürdü. Onca mesafeyi kat edip oraya gelir, asla onu aramaz, geldiğini söylemezdi. Belki de sadece ona yakın olabilmek için gider ve haber vermeden geri gelirdi. Bunun son üç yılda kaç kez tekrarlandığını kendi bile bilmiyordu. Modası geçmiş bir hayatın kraliçesi gibiydi. Ünlü Fransız besteci Erik Satie’yi anımsatıyordu bu hali. Adam kendi kilisesine kapanmış, eserler yazmıştı bir süre. Cosi’de kendi sarayında modası geçmiş bir hayatın kraliçesiydi.


Sıraya girip birer kahve aldılar ve deniz kıyısındaki ilk karşılaştıkları şemsiyeye doğru yürüdüler. Kuma yaklaştıklarında Cosi ayakkabılarını tekrar çıkardı ve yerden eğilip almaya karar verdiğinde, Mai uzun kolları ve kocaman elleriyle ayakkabıları çoktan almıştı. Ayakkabılarını uzun zamandır kendisinden başka hiç kimsenin taşımadığını düşündü. Bu garip bir histi. Şezlonglar onları bekliyordu. Mai bir sigara yaktı. Şezlonga oturduğunda Cosi’yi aynı şezlonga oturması için çekmişti. Cosi karşı koymayı aklından bile geçirmedi. Sırtını adamın kocaman gövdesine dayadığında, gözlerinde zor tuttuğu yaşlar tekrardan boşaldı. Lacivert elbisesinin derin göğüs dekoltesinden içeriye doğru ıslaklığı hissederken:

“Özür dilerim,’’ dedi, “özür dilerim, korkularım vardı. Hala var ancak duyduğum özlem her şeyin üzerinde artık. Böyle yaşayamıyorum. Her gece yükselip kendime bakıyorum. Sana neler yaptığıma şaşıyorum. Peki ya kendime yaptıklarım? Özür dilerim. Sadece seni incitmek istemedim, kendi sorunlarımla geleceğini çalmak istemedim.’’

Bu son cümlesinde adam kadını iki omzundan tutup sarsarak sözünü kesti:

“Hangi gelecekten bahsediyorsun sen Cosi?’’ diye bağırdı.

Sesinde yok olan sakinlik, naiflik ve yumuşaklık sanki Ortadoğu’nun ortasına düşen ve canını yakan bir bombanın acımasızca can alışı gibiydi,

“Çalınmış topraklarında yurdumun, hayatım hayat denirse eğer, silah ve bomba sesleriyle geçti. Hiçbir günüm olmadı ki annemin yüzünde bir tebessüm göreyim. Taşlandım, ezildim, doğduğum gün savaşmaya başladım, geleceğim ben doğmadan çalınmıştı. Sen çalınmış bir geleceğe doğmuş bir adamla baş edememekten korkmuş olmayasın? Sen uykularından irkilerek uyanan bir adamın yanında uyumaktan korkmuş olmayasın? Sen aynı dili konuşamadığın için bunca zaman beni burada bir kukla gibi bekletmiş olmayasın? Sen çaresizliğimi bana karşı kullandın Cosi. Bu aklıma geldikçe çok öfkeleniyorum. Anlıyor musun? Beni delirtiyorsun.’’

Kadının durduramadığı gözyaşları dudaklarına akıyordu ve dili tuzdan yanmaya başlamıştı. Derin bir nefes aldı:

“Hayır,’’ diye haykırdı, “korktum çünkü benim yüreğim bu dünyadan bıkkın. Yaşamı sevdiğim günler geride kaldı, ben gözlerinde umutla dünyaya bakan, hayatı çok seven bir insandım. Kaybedecek hiçbir şeyim yok, biliyor musun? Gidişi içimde yangın, bana gölge olan ve bunu hiç hazmetmediğim bir can var. İstemedim, senin gibi bu kadar acının içinden çıkıp, bir parça huzura gelmiş birini başka acılara ortak etmek istemedim. Gözlerindeki ışığıyla sana hayat verebilecek bir kadın olamamaktan korktum. Senden yaşlı ellerim, kalbim, ruhum sana yetemez diye korktum. Anlamıyorsun. Dik kafalı duruşuna sabredememekten korktum. İncitmekten, bıkkınlığın bulaşıcı olmasından korktum. Bu gün geldim, artık her şeyi göze aldım ve bak yanındayım. Geldim çünkü seni yaşamadan ölmek istemiyorum. Geldim çünkü yastıklara sen diye sarılmaktan bıktım artık Mai.’’

Mai, puslanmış gözlerinden akan yaşlarla:

“Gitme artık lütfen, gitme!’’ diyerek bir sigara daha yaktı.

Rüzgar hafiflemişti. Oralardan bir yerlerden ay hafifçe gülümsüyordu:

“Güzelim benim!’’ dedi Cosi’ye hayranlıkla bakarken, “seni çok uzun zamandır bekliyorum. Nefesin o kadar uzaktan bile bana can verdi bunca zaman. Sırtıma koyacağın bir öpücüğe ağıtlar yaktım anlamadığın bir dilde ve bana yazdığın şiirleri özledim sesinden duymak için, anlamasam bile bana yazdığın her kelime yaşama attığım bir düğüm oldu.’’

“Özür dilerim!’’ derken boğuluyor gibi hissetmişti Cosi. Sanki denizin grisi ağzına tıkılmış, tüm yengeçler boğazını sıkıyormuş gibi hissetti bir an:

“Neyse,’’ dedi Mai, “artık yanımdasın. Doğduğum gün başlayan acılarımı sevgin dindirecek.’’

Cosi derin bir nefes aldı. Gerçekten çok üzgündü. Senelerce geldiği bu sahilin bir ucundan diğer ucuna baktı. Denizin cömertliğine, tuzuna, sesine, suyuna baktı. Gri, mavi ve yeşil yerini koyu laciverte bırakmıştı. Kahvesinin son yudumunu içerken Mai:

 “Denize girelim mi?’’ diye sordu.

Cosi: “Evet,’’ dedi, “çok iyi olur.’’

Lacivert elbisesinin fırfırlarını yukarı topladı ve tıpkı bir yılanın deri değiştirişi gibi elbiseyi çıkarıp şezlonga attı. Mai usulca ona yaklaşmıştı. Saçlarını sol omzuna doğru topladı ve sağ omzunun üzerinden geçen nefesini Cosi’nin boynuna öpücük olarak kondurdu. Sonra eğilip sıcak ve tuz kokulu tenine sarıldı. Elinden tuttu, ayakları ıslak ve soğuk kumda birkaç adımdan sonra denizle buluştu. Deniz iyice koyulaşmış, muhteşem bir şekilde ağırlıyordu onları:

Cosi: “Hadi yüzelim,’’ dedi.

Kıyıdan epeyi uzaktaydılar:

“Sana geçmişle ilgili hiç bir şey sormamak için kendimi zor tutuyorum,’’ dedi Mai.

Cosi bunu onaylarken Mai ona doğru yüzüyordu:

“Bu gece benimle kal,’’ dedi.

Cosi onaylarcasına gözlerini kapattı. Gözlerindeki yaşlar bu kez de denizin tuzuna karıştı. Mai bu kadının içindeki acılara ortak olmak ve bugüne kadar yaşanan her şeyin sızısını sabırla yok etmek için can atıyordu. Cosi bir şey saklıyordu. Mai bundan adı kadar emindi. Söyleyemeyeceği, saklamak istediği ne olabilirdi? Buna bir türlü cevap bulamıyor, anlam veremiyordu. Kıyıya doğru yüzmeye başladılar. Hava iyice serinlemişti. Cosi ellerini adamın kollarına götürdü;

“Kendimi her sabah kollarında uyanacağım günlerde hayal ettim ve sanırım o gün yarın sabah olacak,’’ dedi.

Geceyi nerede geçireceklerini merak bile etmiyordu. Mai kıyıya geldiklerinde havlusunu kadının sırtına sardı ve arkasından sarılıp başını öptü. Cosi başını kaldırdığında adamın dudaklarıyla dudakları ilk kez buluştu. Mahcup bir öpücük ikisinin de içini titretti. Bu gece ilk kez sevişeceklerdi ve Cosi bedenini teslim edeceği bu adama asıl bu gece aşık olacaktı. Belki de uzun zamandır kaçtığı buydu.


En son aşık olduğu adam aklına geldi anlamsızca. Böyle bir geceye gölgesinin dahi düşmesini istemedi Cosi. Yıllar olmuştu. Ara sıra resimlerine bakar ve yaşadıklarının anlamını sorgulardı. Birden irkildi. Yıllar önce aşık olduğu adamın gözleri geldi aklına. Özlemden kıvrandığı günleri hatırladı. Adamın ona bakarken gözlerinin nasıl parladığını düşündü. O ışıltı daha sonra kırık cam parçalarının arasına karışmıştı. Şuursuz günler geçirmişti Cosi elleri kanlı. Karşısında duran adamın yaşadığı acılarla, onun şımarık hayatına baktı bir an. Geçmişin silik puslu satırlarında üzerine bir bardak su dökülüyordu artık. Dağılan mürekkebine aldıran da yoktu. Cosi’yi nasıl da umarsızca terk etmişti? Nasıl bencilleşebiliyordu insan böylesine? Nasıl böylesine yabancılaşabiliyordu? Akla gelebilecek her türlü çirkin duygu, en kötüsünden teker teker Cosi’nin kapısını çalmıştı. O zamanlar başka bir sahilde başka bir koku, başka bir ten, başka bir anlam vardı. Her aşk kendi şiirini yazarken, son satırlar genelde birbirine benziyordu:

“Ne düşünüyorsun?’’ diye sordu Mai.

“Hiç,’’ dedi, "geçmişte canımı çok yakan bir adam geldi birden aklıma.’’

Artık gerçekten hiç bir hükmü ve anlamı yoktu ve devam etti:

“Sevgisiz, bencil ve geçersiz bir adamdı,’’ dedi. Sesi buz gibiydi Cosi’nin.

“Anlamı yoksa neden aklına geliyor?’’ diye sordu Mai.

Kıskanmıştı. Mai çok kıskançtı. Cosi birkaç kez onun çok kıskanç olduğunu hissetmişti. Kuzeniyle çekilmiş bir fotoğrafı görmüştü Mai. Kim olduğunu bile sormadan kıskançlık krizine girmişti. Fotoğrafta giydiği elbisenin rengiyle, kuzeninin gömleğinin rengi tesadüfen aynıydı. Cosi, Mai’nin neyi kıskandığını bile anlamamıştı. Mai kıskançlıktan Cosi’ye günlerce cevap vermemişti.

Kıskançlığa biraz da kızgınlık ekleyerek devam etti Mai:

“Canının yanmasını istemiyorum,’’ dedi sert bir şekilde.

Cosi iyice sokularak:

“Bize iyi bak olur mu? Bizi sev, bize dokun. Besle ve asla saygını yitirme,’’ dedi.

Mai eğildi ve onu dudaklarından kana kana öptü. Çöllerde günlerce yürümüş de, seraplara kanmış keşişler gibi, pamuk tarlalarında, saatlerce pamuk toplarken şarkılar söyleyip elleri kanayan köleler gibi, bir senfoninin en olmadık yerinde seslerin yükselmesi gibiydi bu öpücük, ikisinin de başı dönüyordu. Cosi yüzünde uzun zamandır görülmemiş tatlı bir tebessümle;

“Hadi, gidelim,’’ dedi.

Sevme vaktiydi, gecikmiş bir aşk hasret gideriyordu onlarla. Onlar ayrı düşmüş iki sevdalı çocuktu, olmadık bir aşkı beklemeye almış bir kadın ve sabırsızca bu aşkın ırzına geçmek isteyen; eskitmek, parçalamak, dibine kadar yaşamak isteyen genç bir adam vardı. Cosi hep terk edilmişti, bıkkın yüreğinde başka bir terke yer açamamaktan, sorumluluklardan, onun genç ruhunu yok etmekten korkuyordu. Bir de Mai’nin öfkesinden.


Islak mayosunu giydiği elbisenin altından çıkarıverdi. Kuru olanı aldı çantadan ve hemen giydi:

“Acıktım,’’ dedi Mai, “sen hiç acıkmaz mısın?’’ diye sordu.

Cosi onun balık yemediğini biliyordu:

“Ne yemek istersin?’’ diye sordu.

“Hadi gel, tut elimi,’’ dedi Mai.

Yaşlı kumsaldan eşyalarını alıp küçük adımlarla uzaklaşmaya başladılar. Cosi’nin elinde deniz eşyalarını koyduğu çantanın dışında şık, beyaz karton bir çanta daha vardı. Mai taşımak için elini çantaya doğru uzattığında Cosi çantayı diğer eline alarak Mai’ye çantayı vermek istemediğini belli etti. Arkasına dönüp baktığında, deniz koyu lacivertini çoktan siyahla değişmiş, zifiri karanlık olmuştu. İkisinin ortak bir şeyler yiyebileceği bir yere gittiler. Yolda giderken her fırsatta Mai eğilip Cosi’yi öpüyordu. Her karanlık köşede, mis kokulu bahçelerin demir kapılarında, yüz yıllık bir binanın sarı taşlarından dökülen tozlarında, ömür uzatan bir iksir gibiydi bu gece olanlar. Her öpüşmede Cosi biraz daha gençleşiyormuş gibi hissediyordu. Bu gece güzel bir geceydi. Doğdukları günden bugüne yaşanmış tüm acıların ortasında her şeye rağmen açılmış, mis kokulu bir çiçek gibiydi bu gece. Ortadoğu’da yaşananlar, kaybedilen evlatlar, kin ve nefret dolu insanlar, geçmişteki hatalar, terk edilen hayatlar, itilip kakılmalar ve acının akla gelen her şekli bir kenarda beklerken, bıkkın hayatlarına takılan uçurtma misali, bir çocuk gibi bu sevinci yaşamak ikisini de çok mutlu ediyordu. Yemek yerken çok fazla konuşmadılar:

“Nerede kalalım bu akşam?’’ diye sordu Cosi.

Mai; “Üç alternatif var,’’ dedi, “ birincisi benim evime gidebiliriz, ikincisi senin evine gidebiliriz, üçüncüsü de burada bir otelde kalabiliriz.’’

Cosi: “Bence yarını da düşün ve sen karar ver,’’ dedi. “yarın aileni göreceksen sana gitmek veya bana gitmek pek akıllıca değil.’’

Mai: "Buraya sürekli gelen ve otellerde kalan sizsiniz hanımefendi. Otel öneriniz nedir? ’’ diye sordu.

Cosi cevap vermeden: “Hadi gidelim o zaman,’’ diyerek kalktı masadan.

Bir süre hiç konuşmadan yürüdüler. Cosi adamı sağ tarafta denize bakan bir otele doğru çekti. Deniz gören bir oda istedi. Sadece bir gecelik, deniz gören bir oda, temiz olması yeterliydi. Cosi anahtarları uzanıp aldı. Asansöre doğru yürüdü. Asansör görünmüyordu. Mai onun daha önce bu otelde kaldığını hemen anlamıştı:

“Buraya en son ne zaman geldin?’’ diye sordu.

“Hatırlamıyorum,’’ dedi Cosi.

“Kiminle geldin?’’

“Yalnız geldim.’’

“Ne zaman geldiğini hatırlamıyorsun ama yalnız geldiğini hatırlıyorsun öyle mi?’’ diye söylendi Mai.

Ses tonu yine gerginleşmişti. Tüm sıkıntısı bunca zaman Cosi’nin neyi beklediğini anlayamamaktı. Bir şey saklıyor gibiydi. Beş ile on saniye arasında kısacık bir zaman içinde ilk kez yalnız kalacaklardı.

Cosi: “Evet,’’ dedi, “geldim ama yalnız. Gelişlerimde seni düşünmek, hasret gidermek için hep yalnız geldim buraya.’’

“Çok garipsin,’’ dedi Mai.

“Evet, öyleyim. Tüm şiirlerimi, bu denizin kokusunu alarak yazdım sana,’’ dedi Cosi.

“Hiç gerçekçi değil, saçmalık’’ dedi Mai.

Mai, Cosi’ye inanmıyor, sakladığı her neyse hemen duymak istiyordu. Bu arada Cosi, kapıyı açmış karanlıkta iyice koyulaşmış denizin kokusunu ve sesini duymuştu. Mai hızlıca karanlık odanın kapısını kapatmış ve denizden gelen her ne varsa olduğu gibi kabul etmiş, Cosi’yi kollarının arasına almıştı bile. Saçlarını köküne yakın bir yerinden avuçlarının içine alıp sağa doğru çekmiş, boynunun sol tarafına öpücükler konduruyordu. Kulağına doğru yaklaştığında Cosi ona hafifçe direniyordu. İkisinin de dizleri çözülmüştü. Mai onu kucağına aldı ve balkona çıkardı. Yine aniden öfkelenmişti, birden bedeni titremeye başladı. Sesinde geçmişten gelen bir kin ve nefret vardı, Cosi’nin en çok ürktüğü Mai’nin sinirlendiği anlardı:

“Bu denizi görüyor musun Cosi? İyi bak ona,’’ dedi, “ben, bu denize batan bir gemiden düştüm, tam dokuz yıl önce. Bu adaya yüzerek çıktım. Çıktığımda üzerimden akan su ve ıslak elbiselerimden başka hiç bir şeyim yoktu. Anlıyor musun? Hiç kimse olarak adım attım şu sahile ve sonra kendimi bulmak için çok uğraştım. Bu adada sevmek istediğim bir kadına hasret yaşadım ben koca üç yıl. Her şeye yabancıydım, akşamları seninle yazışırken zamanı unuttuğum gecelerdi beni hayata bağlayan. Şimdi söyle bana bunu öğrenmezsem ne sana, ne de kendime huzur vereceğim. Üç yılda neler olurdu farkında mısın? Sana ihtiyacım olduğunu nasıl anlamazsın? Sensiz olmak istemediğimi neden anlamak istemedin? Ağlamayı kes ve konuş benimle. Geçerli bir sebep söyle. Ben hayatımda hiç bir kadının peşinde böyle koşmadım. Sen bir yana, dünya bir yana. Anlıyor musun Cosi? Ben çalınmış topraklarımdan kaçarken, kendimi bu denizde yüzerken buldum. Her gün kan kokusu ve ölüm ensemdeydi. Hoşgörüsüz ve sinirli olmamı affet. O gece bu denizden kimse sağ olarak çıkmadı bu adaya. Anlıyor musun Cosi? Hiç kimse olarak geldim. Hiç kimse olarak gitmek istemiyorum bu dünyadan. Beni sana bu çok sevdiğin deniz getirdi biliyor musun? Bu grisini, mavisini, lacivertini çok sevdiğin Akdeniz’in suları akıttı beni buraya. Bu güne kadar kaç kez ölümden döndüğümü sana anlatsam aklını oynatırsın, buna dayanamazsın Cosi. Ben belki de çoktan ölmeliydim. Çoktan gitmeliydim bu dünyadan.’’

Cosi iyice sıkışmıştı. Tüm bu olanları az çok biliyor ancak onun ağzından bu kadarını ilk kez duyuyordu. Yüzü bembeyaz kesilmişti. Karanlık tüm ayıpları ve gizlenmesi istenen her şeyin üzerini çaktırmadan örtüyordu. Titredi çünkü bu söylediklerinin karşısında söylenecek tek bir söz yoktu. Cosi her ne kadar anlatmaya çalışmışsa da anlatılanların hiç birini Mai geçerli bir sebep olarak görmüyordu ve görmeyecekti:

“Çok inatçısın Mai,’’ dedi.

Geçmişe dair açılan hiç bir konu bu geceye güzellik katmayacaktı. Cosi bunu biliyordu. Eğer bu konuda konuşacak olsaydı onun yaptığı ve söylediği bazı şeyleri yüzüne vurmak zorunda kalacaktı. Bunun sonucunda Mai bunları inkar edecek ve inatlaşmaya başlayacaklardı. İlk tanıştıkları günlerde karşısındaki adamın pek tutarlı davranışları olmadığı ve çok çabuk sinirlenen bir insan olduğunu sezmişti. Tüm bunlardan ürkmesine rağmen onu biraz daha yakından tanımak için birkaç hafta sadece yazışmak istediğini, sonra en kısa sürede görüşebileceklerini söylemişti. Adam bu isteğine çok büyük tepki göstermesine rağmen, kızarak:

“Tamam,’’ demek zorunda kalmıştı.

Kısa bir süre sonra, bir akşam Cosi ona her şeye hazır olduğunu ve her güne onunla uyanmak istediğini yazmıştı. İçi içine sığmıyordu. Bu onun için çok büyük bir karardı ancak Mai buna hiç cevap vermemiş ve ortadan kaybolmuştu. Cosi o dönem, ona ne olduğunu anlayamadan bir seneye yakın bir zaman geçirmiş sonra Mai:

“Nasılsın, iyi misin?’’ diyerek fırlamıştı kaybolduğu mağaranın içinden. Aylardan temmuzdu. Çok şaşırmıştı. Ona neden kendisini bırakıp kaçtığını sorduğunda:

“Seninle ciddi bir ilişkiye hazır değildim.’’ cevabını almıştı.

Bu olaydan sonra kendini tamamen geri çekmiş ve sadece olan biteni izlemeye başlamıştı. Şimdi sadece buraya kadar olan bölümünü dahi ona söylese problem çıkacaktı. Bundan adı kadar emindi. Yutkundu:

“Bugüne kadar olan her neyse bundan sonramıza gölge düşürmesin Mai. Evet, bunca zaman beklemekle geciktim. Evet, çok zaman kaybettik. Bunun tek bir sebebi yok. Eğer böyle olduysa buna ikimizin de neden olduğunu düşünüyorum. Seni bekletmek, kötü duruma düşürmek, aptal yerine koymak asla istemedim. Bu konuyu şu anda konuşmak da istemiyorum. Konuştuğumuz zaman benim de olumsuz etkilendiğimi bilmeni isterim. Beni bırakıp gittikten bir sene sonra hiç bir şey olmamış gibi ortaya çıktın. Sonra kızıp yine ortadan kayboldun. Üzerinden bir yıl geçtikten sonra yine ortaya çıkıp bana çok ihtiyacın olduğunu söyledin. Utanmadan bana hayatında biri olduğunu ama ayrıldığını yazdın. Güven sorunu yaşayan bir insanım ben, bunu sana kaç kez anlattım. Beni bugüne kadar kaç kez kızıp terk ettiğini bir de kendine sorar mısın lütfen? Aylarca yazmanı bekledim. Senin tek derdin bir köşede buluşup, karşılıklı birer sigara tüttürüp, bir yatakta geceyi geçirmek ve ertesi gün ta ki arzular tekrardan depreşene kadar yine ortadan kaybolmaktı. Beni kızdırıyorsun. Her gidişin bir bıçak yarasıydı, gelişlerin ise beni senden çok uzaklaştırdı. Bunu biliyor musun? ’’

Sessizlik çok soğuktu. Denizdeki balık kadar yalnız hisseti Cosi:

“Gitsem iyi olacak,’’ dedi sonra.

Alnı ıslanmıştı. Terleyip sıkılmıştı. İşte bu noktada ayrılıyorlardı. Cosi bunlar için yorgun ve bıkkındı. Kalktı ve çantasını aldı. Kapıya doğru giderken Mai arkasından koşup kapıyı tuttu. Cosi bu gecenin getirdiği tüm güzelliklerinden bir anda soyutlanmıştı:

“Lütfen,’’ dedi Cosi, “yaramın kabuğuyla oynayıp duruyorsun. Aklımı yine iyice karıştırdın.’’

Mai, “Ne gibi?’’ diye sordu.

“Daha ne olsun Mai,’’ dedi Cosi, "çekil önümden! Bırak beni, gitmek istiyorum. Bak işte ne güzel, buluştuk ve görüştük. Hasret giderdik. Bu bizim gibi hastalanmış ruhları olan insanlar için fazla bile. Ben bıkkın yüreğimin yalnız günlerindeki saltanatında, seni uzaktan severek, ömür boyu aranıp da bulunamayan ideal aşkın masallarını yazıyorum. Bu aşk, bana beni getirdi, büyüttü. Seni anlamak için tarih okudum, romanlara daldım, savaşlar yaşadım, seyahatlere gittim. Ülkenin sınırlarında gezdim. Her yere senin gibi bakıp oradan sana bir avuç toprak getirdim. Bilmediğim bir dilde şarkılar dinledim. Seni senden almadan, bana beni ekledim. Bu ne kadar zor ve meşakkatli bir işti biliyor musun? Seni yaşayamadan sana şiirler yazdım ve bir gün geldi herkesin önünde bu şiirlerle çırılçıplak kaldım. Ben yalnızlıktan titrerken sen neredeydin? Başım, kendi omzuma düşmüştü. Sen, beni almadan bırakıp gittin. Bana hiç bir işe yaramadığımı, yaşlı ve yalancı olduğumu söyledin. Büyümen gerek. Yaşadığın acıların başkalarını da çarptığını göremiyorsun. Bu dünyada tek acı çeken insan sadece sen olduğunu mu sanıyorsun? Tek topraksız kalan, tek insan kaybeden sen misin Mai? Evet, kabul ediyorum yaşadıkların hiç kolay değil ve üstesinden tek başına gelmek herkesin yapabileceği bir şey değil. Anlamadığın şey, bunları ben yapmadım sana ve inan bana suçlusu ben değilim. Benim hayatımın nasıl bir dram olduğunu duymak bile istemezsin Mai! Evet, ölümün defalarca sırtını sıvazladığını görebiliyorum. Bu, birçok insanın aklını oynatmasına neden olabilir ancak, ben yıllardır yaşayan bu bedenin içinde suçluluk duyarak yaşarken, ruhum can çekişirken kaç kez ölmek istedim biliyor musun? İçimdeki yangın ne yaptıysam sönmedi. Sen ülkeni kaybettin Mai, peki benim neler kaybettiğimi biliyor musun? Evet, söylenecek çok bir şeyim yok benim. İşte bu benim, şimdi izninle evime gitmek istiyorum.’’

Cosi otelin koridorunda hızla yürüdü ve asansöre bindi. Çok kızgındı. Arabasının nerede park edilmiş olduğunu anımsamaya çalıştı. Hatırladı ve o yöne doğru yürüdü. Mai yatağa oturmuş başını iki elinin arasına almış, sessiz sessiz düşünüyordu. Aniden ayağa kalktı ve odanın kapısına bir yumruk attı. Kendi kendine:

“İyi ki bunu görmedi,’’ diye söylendi.

Resepsiyona indi, odanın ücretini öderken kapıyı kırdığını ve borcunun ne kadar olacaksa ona bildirilmesini istedi. Canı hiçbir şey istemiyordu. Doğruca ailesinin yaşadığı eve yöneldi. Kapıyı açtığında, babasının uykusunda aldığı derin nefesleri duydu. Karanlıkta kız kardeşinin tekerlekli sandalyesine çarptı. Annesi geldiğini duymuştu, uykulu bir sesle:

“Geldin mi?’’ dedi.

Duyulur duyulmaz bir kuvvette:

“Evet,’’ gibi bir şeyler mırıldandı.

Hava çok sıcaktı. Cosi'yi düşündü:

“Haklı,’’ dedi, “eve varmış mıdır? Onu nasıl bu saatte yalnız gönderirim ben?’’ diye sıraladı kendi kendine.

Bir öfke patlaması daha geliyordu ki yastığı ısırdı. Eli telefona gitti. Cosi'ye ne yazdıysa olmadı, hepsini sildi. Bu kadını hayatından birçok kez çıkarmaya çalışmıştı. Bunu beceremeyeceğini anladığında, bunu kendi kendine itiraf etmişti. Ona kendini ifade edemiyor, durmadan kaş yapayım derken göz çıkartıyordu.

Cosi, henüz yeni soğumuş asfaltta son hız gidiyordu. Aklına gelen tüm küfürleri saydı Mai’ye. Sonra Mai’ye yazdığı bir şiir geldi aklına. Ona yürekten bağlıydı ancak öyle kayıplar yaşamıştı ki; Mai olmadan da yaşayabileceğini düşündü. Belki de Mai’nin öfkesinin sebebi bunu seziyor olmasıydı. Eve vardığında saat gece yarısı olmak üzereydi. Arabasını garaja park ederken telefon çaldı:

“Bakmayacağım,’’ dedi.

Mai yatağa uzandı. Havanın nemi iyice cıvıtmıştı. Çalınmış topraklarını düşündü ülkesinin. Ne kadar çok özlemişti. Burnunda tütüyordu. Bir daha görüp göremeyeceğinden bile emin değildi. Geçmişe dair akla gelebilecek her şeyi nasıl da bırakmak zorunda kalmışlardı. Önce Mai kaçmıştı. İçindeki derin öfke, çalınan yaşamı, geleceği ve hakları yüzünden miydi? Değişmek istiyordu ancak sabrı yoktu. Genç yaşına rağmen biriktirdiği öfke Cosi için çok fazlaydı. Cosi’nin siyah çekik gözlerini düşündü. Öyle güzel bakıyordu ki. Onu düşünmek sanki gerçek dünyanın dışına çıkmak, her türlü rezilliğe ara vermek, bir soluk almak gibiydi. Her şeye rağmen Cosi’yi görmek, dokunmak, konuşmak ve ona sarılmak yıllardır beklediği şeylerdi ve onun için paha biçilmezdi. Aniden otel odasında yerde duran şık karton çanta geldi gözünün önüne. Cosi’nin yürürken ona vermek istemediği çantaydı bu. İçinde ne olduğunu az çok tahmin edebiliyordu. Otele gidip alması gerektiğini düşündü. Saat çok geç olmuştu:

“Ertesi gün gidip alırım,’’ dedi kendi kendine.

İçinde Cosi’nin, Mai’nin annesi için aldığı kıyafetler olmalıydı. Derken Cosi’nin söylediği bir şey aklına geldi birden:

“Bu aşk, bana beni getirdi, büyüttü. Seni anlamak için tarih okudum, romanlara daldım, savaşlar yaşadım, seyahatlere gittim. Ülkenin sınırlarında gezdim. Her yere senin gibi bakıp oradan sana bir avuç toprak getirdim.”

Hemen pantolonunu giydi ve koşar adım otele geri döndü. Demin oradan ayrıldığını ve odada bir çanta olması gerektiğini, unuttuklarını söyledi. Gece vardiyası yapan görevli, şık, beyaz karton bir çanta uzattı. Cosi bunları vermek için muhtemelen doğru zamanı beklemişti. Çantayı alıp otelden çıktı. Yol boyunca devam eden denizin kenarına çöktü. Annesine ait kıyafetleri çıkardıktan sonra, en altta cam bir kavanozun içinde bir avuç toprak gördü. Kavanozu dikkatlice açtı ve burnunda tüten yurdundan Cosi’nin avuçlayıp getirdiği toprağı koklarken, Cosi’nin utanıp sakladığı yorgun ayaklarını düşündü. Öyle beyaz ve güzel görünüyorlardı ki. Avuçlarına alıp saatlerce öpme isteği uyandı içinde. Mai hıçkıra hıçkıra ağlarken, deniz şaşkın, elindeki bir avuç toprak da gözyaşlarından ıslanmıştı.


Cosi eve varmıştı. Yukarı çıktı, lacivert elbisesini vücudundan bir çırpıda ayırdı. Duşa girdiğinde telefonun bir kez daha çaldığını duydu. Kendini su damlacıklarına bıraktı. Havlusunu aldı, ıslak ayakları yerde yine iz bıraktı. Ayak izlerinin yanında, kısa zaman önce oradan geçmiş beyaz bir kedinin pati izleri vardı. Aynanın önüne geldi. Sert olduğunu bildiği havluyu yer çekimine bıraktı. Ağlamaktan kızarmış gözlerine aldırmadan, yer çekiminin hiç eksilmeyen gücüne baktı hayretle. Bazen bu çekime, bedeninin karşı koyamadığını hissetti. Bir gün havlunun yere düştüğü gibi bedeninin yere yığılacağını biliyordu. Aynada kendine baktı tekrardan. Islak saçlarından akan su damlacıkları kalçalarından süzüldü. Yatağa girdi ve kırmızı bir yastık çekip sarıldı.


Doğunun ortasında perişanlıktı doğmak. Mai’nin hiç görmediği, yalın ayak gezen çocukluğunu düşündü, tabanlarına yapışan hiçliği. Mai çocukken, Cosi genç bir kızdı. Taşları yerden alıp var gücüyle askerlere savururken kendisinin barış ve huzur dolu evinde neler yaptığını düşündü. Ciğeri parçalanan anasını ve pişman yüzlerini insanların, o toprakların kimsenin umurunda olmayan ölülerini düşündü. Doğunun ortasında doğmak, bir kıblelik günahıydı Mai’nin işlenmiş, alelacele sevişmekti bombalara inat. Öyle büyük hataydı ki orada doğmak, bir haritanın bilinmez ortasında bir damla gözyaşıydı. Defalarca kumsallara vurmuştu cansız bedenleri çocukların, kaçmak kıbleye dönmek gibi gerekliydi. Bir şarkının beş mevsiminde yakarırdı babalar, doğunun ortası açgözlü bir kurdun sofrasında yatıyordu. İnsan, hak, nefes, haykıran tüfeklerin sesini yıllardır susturmuyordu hiçbir şey. Gözü dönmüş medeniyet, hatırlamıyordu barışın ne olduğunu. Doğunun ortasında güller açıyordu bin yıllardır. Kokusuna karışmış toz toprakla, kaçanlar dönecekleri güne duacıydı. Pişmanlık, doğunun ortasında doğmaktı. Ne kadın olduğunu anlıyordu insan, ne de çocuk. Büyümek yarını unuttururdu, yarın varsa eğer, büyümeyi beklemişti Mai. Aşkın bir nefeslik gülümsemede saklandığı, kırık bir piyanoda, eksik notalarda, dün kötüydü, bugün her şeye rağmen güzel ve yarın Mai için bir şanstı. O doğunun ortasında, yarınsız insanlardan kaçmıştı.

Kirpiklerinden akan yaşlarla sadece:

“Özür dilerim Mai,’’ diyebildi.

Özrün altına saklanmış sırrı yarını beklerken, içindeki yangın Cosi’yle birlikte uykuya karıştı ve gitti. Arayan annesiydi. Merak etmişti:

“Şu an, birazdan izin istedi pervasızca, derken demin kıymetlendi. Az önce bıraktı eşsiz sesini şimdiye. Yarın, bugüne göz kırptı, biraz kurnaz ve yaramaz. Öbür gün saatine baktı, durmadan vuran saniyelere: ‘Geç kalmayın,’ dedi. Fersah fersah ilerideydi öbür gün hepsinden, yoluna devam etti sessizce. An derin bir ‘Ah’ çekti: ‘Bu ne acele? Zaten çabuk geçiyorum, yine geleceğim arkanızdan, sonsuzluğa gerekçe."