İlk kez Offret / Andrey Tarkovski,1986 (Kurban) filmini izlerken, Alexander’ın sahilde söylediği bir cümle zihnime takılıp kaldı: “Bütün zaman boyunca sanki yaşadığım hayat gerçek değildi de bir tür bekleyişti.” O an, bu sözlerin sadece karakterin iç dünyasını yansıtan basit bir ifade olduğunu düşündüm. Ama sonra fark ettim ki, bu cümlede kendimden, belki de hepimizden bir şeyler vardı. Peki gerçekten, hayat dediğimiz şey, sadece büyük bir bekleyiş mi?
Düşünmeye başladım. Çocukken büyümeyi bekledik, büyüdüğümüzde bir şeylerin yoluna girmesini… Mezuniyetleri, iş hayatını, aşkı, doğru zamanı, belki de hiç gelmeyecek bir fırsatı… Hayat sanki bir hazırlık süreci gibi, sürekli bir sonraki adımı düşünerek yaşadığımız bir oyun. Hep bir şeylerin olmasını, tamamlanmasını, başlamasını ya da bitmesini beklerken, gerçekte olanı kaçırıyor olabilir miyiz?
Alexander’ın sözleri bana şunu sordurdu: Yaşamak ve beklemek arasında nasıl bir fark var? Belki de fark yok. Belki de insan, doğası gereği hep bir şeyleri bekleyerek yaşıyor. Beklemek, sadece pasif bir eylemsizlik değil, hayatın ta kendisi olabilir mi?
Örneğin, bir şeyleri gerçekten yaşadığımızı hissettiğimiz anları düşündüğümüzde, bunların genellikle bir beklentiye bağlı olmadığını fark ederiz. Bir arkadaşla geçirilen güzel bir akşam, bir anlık kahkaha, dalgınca izlenen bir manzara… O anlarda ne bir gelecek kaygısı ne de bir sonraki adımı düşünme hâli vardır. Yani belki de sorun, beklemek değil, beklerken yaşamayı unutmak.
Ama insan doğası gereği hep bir umutla var olur. Beklemek, umut etmektir çünkü. Bekleyen insan, bir şeylerin değişeceğini, daha iyi olacağını ya da en azından bir anlam kazanacağını düşünür. Samuel Beckett’in Godot’yu Beklerken oyunundaki karakterler gibi, biz de bazen neyi beklediğimizi bilmeden bekleriz. Bir çıkış yolu, bir kurtuluş anı, belki sadece bir işaret... Ve bazen bu bekleyiş öylesine uzun sürer ki, beklenen şeyin kendisi anlamını yitirir.
O hâlde ne yapmalı? Beklemekten vaz mı geçmeli, yoksa bekleyişin içinde bir yaşam kurmayı mı öğrenmeli? Belki de çözüm, geleceğe dair umudumuzu kaybetmeden, şu anın içinde var olmayı başarmakta yatıyor. Çünkü beklemek kaçınılmaz ama beklerken yaşamayı unutmamak bizim elimizde.
Tarkovsky’nin filmlerinde zaman hep ağır akar. Karakterler, uzun plan sekansların içinde, kendi düşünceleriyle baş başa kalır. Kurban filminde de Alexander, sahilde torunuyla otururken, zamanın nasıl aktığını sorgular. Belki de onun yaşadığı aydınlanma tam da bu noktada gerçekleşir: Hayat, bir sonuca ulaşmak için değil, yaşanmak için vardır. Bekleyerek geçirilen zaman da, eğer farkında olursak, en az diğer anlar kadar gerçektir.
Sonuç olarak, belki de hepimiz hayatın büyük bekleyişinde kendi yerimizi arıyoruz. Ama unutmamamız gereken şey şu: Beklediğimiz şeyin ne olduğu kadar, beklerken nasıl yaşadığımız da önemli. Ve belki de gerçekten yaşamak, neyi beklediğimizi sorgulamakla başlar.