Her zamanki gibi günüm denizle başladı. Yıllık iznimin ilk gününde bundan tam bir ay önce yaptığım gezimi iptal edip Çanakkale'de Kordon'da biraz yürüyüş yapıyordum. Haftalardır iple çektiğim iznim başlamadan önce içime bir isteksizlik çökmüş ve yapacağım Eskişehir tatilime gitmekten vazgeçmiştim. Birkaç yıldır görmediğim ama zaman zaman konuşma fırsatım olan yakın bir arkadaşım vereceği güzel bir partiye beni de davet etmişti. Orada olacağını bildiğim bazı dostlarıma ve şehre olan özlemim işimin en yoğun ve en sıkıcı döneminde bana bir kurtuluş gibi gelmişti. Ama tatilim yaklaştıkça içimde filizlenen bir burukluk, aslında hayal ettiğim gibi bir ortam bulamayacağım düşünceleriyle büyüyüp tüm bedenimi sarmaya başladı. Daha gitmeden döneceğim gerçeğini aklımdan atamıyordum. Ve bu durum sadece anın tadını çıkarıp bir haftalık tatilimle mutlu olamadığım için kendime kızmama neden oluyordu.
Ekimin sonları, hava rüzgârlı ve yağmur dolu bulutlar şehrin etrafından geçip gidiyor gibi bir gökyüzü vardı. Uzaklarda belki de kaz dağlarına yağan yağmurun uğultusunu rüzgâr buraya kadar getiriyordu. Ekim sonu günler iyice kısalmıştı ve hele hele hava kapalıysa daha öğle yemeği biter bitmez Çanakkale’de akşam olmaya başlıyordu. Kordon'daki yürüyüşümü yarıda bırakıp uzaktan sallanan binlerce dalı gözüken Zübeyde Hanım parkına doğru yolumu değiştirdim. Kırmızı taşlı park yolu sarı ve turuncu yapraklarla süslenmiş, geniş giriş kapısı fenerlerle süslenmişti. Parkın biraz içerilerine girip bir banka oturduğumda rüzgârı adeta uzaktan seyreder gibi hissetmeye başlamıştım. Parkın içindeki sessizlik -ağaçların hışırtısı hariç- yakınımdan geçen bir sokak köpeğinin çıt çıt yürüyüşünü duyacak kadar yoğundu. Arada bir artan rüzgâr birkaç yaprağı yerden kaldırıyor ağaçların çatırdayıp gevrek birer ot gibi sallanmalarına neden oluyordu. Tam karşımda, uzakta yoldan geçen arabaların tepesi taş duvardan gözüküyor ve rüzgâr sanki parkın bittiği yerde beton binaların aralarında devasa bir yılan gibi kıvrılarak her şeyi birbirine katıyordu. Bense kuytuda oturmuş, ilahi bir meraklı gibi olan biten bu kargaşayı dışarıdan izliyordum. Elmacık kemiğime bir damla düşmesiyle yoldaki insanların kafasında tuttukları çantalar daha da anlamlanmış oldu benim için. Üstü başı yeni kıyafetlerle sarılmış, işi gücü olan insanlar hızlı hızlı koşturuyordu. Yağmur her zaman yetişecek bir yerleri olan insanlar için koşmaya bahane oluyordu. Sokaklar, caddeler temiz ve sokak hayvanları da bakımlı, tertemizdi. Üzerimdeki mont serin esen rüzgârı sadece zevkli hale getirecek kadar kalın ve yağmuru dört gözle bekleyecek kadar kaliteliydi. Beni etkileyecek veya üzecek ne bir dilenci ne de kemik torbası bir köpek yoktu. Tek yapmam gereken kimseden korkmayan ve her zaman tok olan kedileri yattıkları araba kaputlarının üzerinde gerinirken sevmemdi. Her bir kedi mutlu, herkes gelen yağmuru ve kışı heyecanla bekliyordu.
Kar ve soğuk, yağmur ve rüzgar, dertli bir insan için yaraya tuz basmak gibi zaten. Bitkin ve yorgun bir psikolojiyi, bir hayatı daha da çilekeş hale getirmek demekti. Oysa benim ve henüz çevremdeki insanlar için bu mevsimler -komik olmazsa eğer yine tuz benzetmesi yapacağım- zevkle yediğim yemeği tatlandıran güzelleştiren birer lükstü sadece.
Yağmur devam etse de birkaç damla haricinde bana ya da yapraklarla örtülü yola yağmur yağmıyordu. Rüzgârdan sallanan dalların arasından kaçabilen yağmur damlaları hariç yağmurun çoğu hâlâ düşmemiş sarı yapraklarda kalıyordu. Böylece dışarıda yağan yağmuru kuytuda, ufak tefek çiselemeler eşliğinde uzun uzun izledim.
İznimin ilk günü de bu şekilde, bir parkta bankta oturarak başlamış oldu. Oysa şimdi, yanlış hatırlamıyorsam uçaktan iniyor, Eskişehir havasını içime çekiyor olmam gerekiyordu. Planlanmış yolculuğumu iptal etmem ilk başta huzurlu hissettirse de şimdi de olmam gereken yerde değilmişim, bir şeyleri kaçırıyormuşum gibi hissetmeme neden oluyordu. Bazen evden yolculuk için ayrıldığımda, özellikle de dokuz on yaşlarımdayken, ardımda bıraktığım her şeye karşı anlamsız bir vicdan belirirdi içimde. Kapıyı kapatıp yola düştüğümüzde evde kalan televizyon, zamanlı zamansız çalsa da hâlâ antika diye atmadığımız çalar saat, hepsi hüzünle tatilden ya da eğlenceden mahrum kalmış bir şekilde dönmemizi bekliyormuş gibi gelirdi bana. Eve döndüğümdeyse hepsinde bir gurur, balıklar bile küsmüş gelirdi bana akvaryumdaki. Şimdi de parktaki bankı soğukta ıslak ve yapayalnız bırakmış, eve doğru yürümeye başlamıştım.
Huyum değildir ama merdivenleri korkuluklarından tutarak çıktım ağır ağır. Normal zamanda üç kat hızlı hızlı çıkar, ceketimi portmantoya soluk soluğa asardım.
- Kimsiniz?
- Hırsız.
- Gönlümü çalmaya mı geldin?
İçimden güldüm, ama cevap vermedim. Üzerimi değiştirdikten sonra salona geçip sırt üstü uzanmış kitap okuyan ev arkadaşımla göz göze geldim.
- Bir sefer de sen benim gönlümü çal, kalk da bir kahve yap içelim. Ya da ben içerim tek istemiyorsan bana yap sadece.
Sayfayı çevirip tekrar kafasını kitaba gömdü, cevap vermedi.
- Sonunda çocukları kurtarıyorlar, dedim.
Kitabı eğip üstünden bana baktı, sonra tekrar aynı pozisyonuna dönüp okumaya başladı. Ben de balkona çıkıp sandalyeme kuruldum. Gündüz ormanla kaplı boğaz manzaralı olan balkonum gece ışıklı birkaç caddeye, bomboş bir karanlığa ve o karanlığın bittiği yerde yine yanıp sönen yıldız misali ışıklara bakıyordu. Şimdiyse ikisinin arasında bir yerde, denizle orman kararıyor gökyüzü de karanlık bulutların içinde adeta sönüyor gibiydi. Gözlerimi yukarı kaldırdığımda gördüğüm koyu lacivert kaosun ardında güneşin ışıl ışıl parladığını ve o karanlık bulutların üstünde pembenin ve beyazın onlarca tonunun bir arada olduğunu bilmek tuhaf bir duyguydu. Acaba gökyüzünü kubbe olarak bilen eski şairler fırtınadan ilham alırken o karanlık girdapların ardında ne olduğunu hayal ediyordu? Ya da inanabilir miydi biri çıkıp söylese doğruyu? Bence gerçek şairler günün birinde, hayal dünyalarında gerçeği ve doğruyu da bulmuşlardır rastgele. Ama bir şair için gerçek ne kadar önemlidir ki?
Ben lacivert gökyüzüne dalmış düşünürken ev arkadaşım elinde kulplu iki kahve bardağıyla yanıma geldi. Ağır ve sessiz hareket eder, konuşana kadar evde olduğunu anlamazdım. Gölgesi balkonun korkuluğunda netleşti ve kollarımı dayadığım mermere porselen bardağı narince koydu.
- Sağ ol.
- Afiyet olsun. Ne düşünüyorsun yine, çöp poşeti bitmiş bu arada bilgin olsun.
Sanki onu duymamış gibi konuşmama devam ettim. Cümle kurmaya bile üşeneceğim, hiçbir şeyden zevk almadığım bir akşam yaşanıyordu. Akşam vakti içime çöken huzursuzluğu karşı tarafa yansıtmak istemiyordum.
- Ne zaman bir yazı yazsam ya da yazmaya çalışsam ya kendimi yürüyüş yapan bir karakterin kafasında ya da yolculuğa çıkan bir karakterde buluyorum. Her zaman böyle değil tabii ama genelde böyle. Hatta karaladığım bir şiirde bile tarif etmesi zor ama kelimelerin arasında yazmasa da his olarak bir yürüyüş havası var. Şiirlerim sanki yolculuk için yazılmış gibi.
- Ve bu senin hoşuna gitmiyor.
- Evet gitmiyor çünkü, bilmiyorum kendimi aşamıyormuşum da aynı ya da benzer karakterleri sığ bir şekilde oluşturup farklı durumlar yaşatıyormuşum gibi geliyor. Hemen her zaman yazacağım bir yazıyı, bir şiiri yürüyüş yaptığım, yolculuk ettiğim sırada düşünüyorum. Çevreme, kendime, gökyüzüne her şeye o zamanlar odaklanabiliyorum. Her zaman olmasa da eskiden yaptığım uğraştığım şeylerde de ilham bulabiliyordum. Belki de telefonda çok vakit geçirmemden de kaynaklanıyor olabilir bilemiyorum ama, örneğin eskiden bankada sıra beklerken bir şekilde olaylara, çevreme daha farklı yaklaşıyordum. Veznede duran bir çiçek, sıra bekleyen bir kadının ilginç kıyafetleri veya banka duvarında asılı bir resim bende farklı hisler uyandırıyordu. Detaylar beni heyecanlandırıyordu.
Tekrar büyük bir cümle için iç çekip kalakaldım. Konuşmak yorucuydu. Kahvemden bir yudum alıp fincanı hafifçe yukarı kaldırarak teşekkür ettim.
- Sen ne ara bu kadar karamsar oldun?
Refleks olarak telefonunun tuş kilidini açıp saate baktı.
- Bu kadar derin düşüncelere daldığında senden hep güzel şeyler duyardım. Her neyse ben de yüklenir gibi konuşuyorum. Herkes gibi senin de arada saçma düşüncelere sahip olmaya hakkın var herhalde. Bana öyle bakma düşüncelerine saçma demiyorum karamsar tutum saçma bir şey olduğu için diyorum.
- Baya saçma dedin işte. Neyse beni anladığını biliyorum. Yani bilemiyorum, bir şeyler yazmak, belki kendini tekrar ediyor da olsa biraz taklit barındıran bir şeyler de olsa yine de iyi bence. Hiç yazmamaktan çok daha iyi yani. Bir müzisyenin enstrümanı öğrenip sadece beste yapmaya çalıştığını düşünsene bir? Ne kadar başarılı biri olurdu ki? Hiç şarkı çalmadan, ya da çok az, binde bir çalarak nasıl iyi bir müzisyen olabilirdi. O kadar çok bahane üretiyoruz ki bazıları gerçekten çok mantıklı oluyor. Ne kadar mantıklı, doğru olsa da hâlâ bir şey yapmamak için bir bahane o.