Bir gün, içinde ateşten canavarların olduğu bir ülkeye bir kadın gelir. Sırtında eşyanın doğasından çok ruhunu dolduran hikayeler getirir sıcak ülkedeki canavarlara. Ruhları, fabrika bacalarından çıkan kara dumanlara benzeyen üstlerindeki insan postlarının verdiği görünmezlik duvarlarının ardında çok yüzlü benliklerini takınırlar. İnsanoğlunun yaşadığı bu korkunç devinimin getirdiği kaosun içinde, birbirlerine çığlıklar atan ve bu çığlıkları ancak kendisi gibi kaosun ortasında herhangi bir düşünce duvarının herhangi bir köşesine çekilmiş aciz bedeninin içinde ruhunun korkunç parçalanışıyla savaşan biri duyabilirdi.
Ve kadın gelir...
Çantasından kendini var eden düşünce sistematiğini çıkarır, sadece insan sevgisiyle dolu olan bu çanta, doğanın varoluş gerçekçiliği gereği acıya maruz kalmaya mahkumdu. Belki farkındaydı ama başka bir yol bilmediği de aşikardı.
Ve uzaktan bir yerlerden bir gölge belirdi. Serinliği herhangi rüzgarlı bir günün herhangi bir ağaç serinliğine benzeyen bir gölge, onun ardından beliren bir beden. Kendini bitmez tükenmez bir arayışın bazen narin bazen de bir çarklının güçlü ve bir o kadar acımasız çelik dişleri gibi kollarına bırakmış ve beyaz bayrağı savaşın en başında tek bir kurşun atmadan göstermiş, teslim olmuş, arayışın acılı veya acısız muhteşem hazzına bırakmış bir adam. Olasılığın olasılıksızlığına inanmış bu adam, kadınla göz göze gelmiştir artık. Kadının gözlerinin en derinlerinde, 'ruhunda' mistik bir his çabukluğuyla kendinden bir şeyler görür. Bütün bu insan cinsinin tarihinin başlangıcı olan o merak, o tinsel gerçek dürtü adamı kadına yakınlaştırır. Kadının sağ gözünün altında doğal bir gözyaşı tanesini andıran leke, gözlerindeki bazen soğuk bazen olabildiğince sıcak olan o buğulu, nemli görünümün adeta doğal bir tamamlayıcısıydı. Zıtlıklar üzerine kurulan denge daha somut ayrımsanabiliyordu kadının yüzünden, sevince karşı acı, aidiyete karşı aidiyetsizlik. Kadının ruhu adeta buydu, doğa kendi görevini her zamanki gibi eksiksiz yerine getirmişti. Kadın hakkında binlerce yıl önce verilmiş karar olan toplumsal, kültürel ve ahlaki buyruklar kendi yok oluşuna bu kadında şahit olabilirdi. Bu bedende ve ruhta neredeyse hiç barınma şansı kalmayan, bu insan onurunu ayaklar altına alan, onu adeta tek bir cins hakimiyetinin insafına bırakan iğrenç anlayışın bu adreste artık hiç şansı kalmamıştır. Bu apaçık ortadaydı. Kazanılan her savaşın ardında bıraktığının sadece zafer olmadığı bilindiğine göre, kadının bu zaferinin ardında geriye sancıları devam eden bir ruh kalmıştır artık. Kadının kendine o denli haksızlık etmesi ve ruhunu 'iğrenç' diye nitelemesi kuşkusuz kutsal zaferin enkazıydı. Oysa unutulmamalıdır ki kadın çantasında kendini var eden, içinde sadece insan sevgisi ve kesinlikle masum olan irdeleyici düşünce sistematiğini hâlâ taşıyordu, onu ayakta tutacak olan ve savaşının ardından ruhunda güzel bahçeler yaratmasına yardımcı olacak her şey kendi tekelindeydi hâlâ. Ve adam yaklaşır... Ve kadın dokundu... Adam içeri girdi, kadın yatağın en ucunda oturmuş... Yaklaştı, dizine uzandı kadının, kadın uzun uzun yüzünü okşadı adamın. Yüzünü kadına döndü adam, burunlarından çıkan nefesleri alıp veriyorlardı sıcak ve ılık. Sonra... Sonrasını doğanın döngüsüne bıraktılar. Ve kadının adına karşılık binlerce anlam içinde 'Suyun Öteki Yüzü' adama en yakın olandı. Suyun iki yakasında, öteki iki yüzünde, iki insan ve yanlarından geçen hatta geçmekle kalmayıp onlara dokunan onlarca insan; dinledikleri, dinlendikleri, seviştikleri onlarca ruh ve beden, hepsinden birer parça, hepsinden biraz 'birazcıklar'... Olağanüstüydü! Bu henüz bilinmeyen sonsuz evrenlerin bilinen küçük bir zerresinde, ruhları ve bedenleri ara ara buluşan bir adam ve bir kadın... Zincirsiz, ele avuca sığmayan bir ruh, sürekli bir akış; kesinlikle buydu! 'Suyun Öteki Yüzü'...