Ne o gün ne de o günden sonra doğru düzgün uyku uyuyamadım. Her gece aynı şeyler tekrar ediyordu. Yatağıma uzandığım zaman düşüncelerin hışmına uğruyordum sanki. O gece de iş yerinden çıktıktan sonra eve gitmek istemedim. Çay ocağına gidip bir çay ısmarladım. Çay o kadar kırmızı duruyordu ki bu bildiğimiz kırmızıların bambaşka bir tonuydu. Çayı içerken etrafımı izlemeyi severdim. Yan masada, karşı masada, arkamda, insanların olduğu her yerdeydi kulağım. Hepsinde de aynı şeyler konuşuluyordu. Kimi işsizliğinden dert yanıyor, kimi günü gelen ödemelerinden dert yanıyor; hepsi de parasızlıktan illallah ediyordu. Onları dinlerken yine aynı düşünceler zihnimi işgale başladı. Onları kovmak çok güçtü, güç olduğu kadar da imkansızdı. Çünkü düşündüklerimiz, bizi biz yapan şeylerdi. Geçmişimiz, şimdimiz, geleceğimiz, ailemiz, yaşadıklarımız ya da yaşayamadıklarımız… Bütün bunlar düşüncelerimizin en temeliydi. İşte ben de bunlarla boğuşuyordum, nasıl kovabilirdim ki onları? Kendimi mi inkar etmeliydim? Yoksa düşünmeyi mi engellemeliydim? Burada biraz daha durmanın benim için pek de iyi bir fikir olmadığını anladığım an kalktım. Montumu çeneme kadar çektim. Fermuar, çenemdeki kılları sıkıştırıyordu. Katlanılmaz bir acı... Birkaç saniye sürüyor sonra unutuyordum, aldırmadım. Ellerimi deri montumun cebine hışırtılar çıkararak soktum. Adımlarımı mümkün olduğunca büyük atmaya çabaladım. Zaman zaman küçük çukurlara, çukurların içindeki sığ sulara batıyordum ama çıkıyordum, aldırmadım.


Nasıl sabah oldu, geceyi nasıl bitirdim, buraya nasıl geldim hiç bilmiyorum. Planladığım işlerimin, beni pek iyi sonuçlara götürmeyeceği hissi boğuyordu beni. Tam çay ocağından çıkarken bu düşünce filizlenmişti. Nedenini bilmiyordum ama öğrenmeyi de çok istiyordum. Ertesi sabah tekrardan iş yerine geldiğimde herkes toplanmıştı bu sefer. Akşam için hazırlıklar yapılacaktı. Baktım, istediklerimin hepsi alınmıştı. Masanın üzerinde duruyordu. Sanki çok gerekli yerlere ulaştırılacaklarının bilincinde olarak hallerinden memnun duruyorlardı. Ya da bana öyle geliyordu, bilmiyorum. Daha zamanımız vardı, ne yapacağını bilemez halde dolaşıyordum. Bir aşağı iniyor, bir yukarı çıkıyordum. Ara sıra bazı uyarılar yapıyordum ama çok konuşmuyorduk. Bu boğucu havayı dağıtmak için imdadıma ikinci elci yetişti. Daha öncesinden ısmarladığım birkaç parça mobilya ve eşyayı getirmişti. Hemencecik yukarı taşıdık, odaya koyduk. Bir televizyon masası tam kapının karşısına. Televizyon masasının karşısına eski bir çekyat, çekyatın iki yanına tekli koltuk. Üçü de takım ama oldukça eski. Annelerimizin dediği gibi: “Benim gelin olduğum zaman kullanılırdı bunlar.” O minvalde birkaç parça eşya. Kapının hemen soluna bir bilgisayar masası ama biraz tamir edilmesi gerekiyordu, onu da öylece koyduk. Çocukluğumuzun vazgeçilmezi, krem üzerine kahverengi desenli o perdeden de bulabilmiştim. Ortaya da ilk Türklerden kalma bir havaya sahip, desenleri savaş motifleri andıran bir halı attık. Herkesin aklındaki sorular gözlerinden fışkırıyordu. Kimse ağzını açıp tek kelime edemediği için gözleriyle baskı altına almak istiyorlardı beni, biliyorum. Çünkü ne sorarlarsa sorsunlar en azından şimdilik, yani işin başında, hiçbir cevap alamayacaklarını biliyorlardı. Odayı düzdükten sonra vakit ikindiyi geçiyordu. Ben burada biraz dinlenmek istediğimi söyleyerek odaya kapandım. Yatsı ezanı okununca beni kaldıracaklardı, televizyonun karşısındaki çekyata uzanıp güzelce bir uyku çektim.


Kapıya ilk vurmalarında açtım gözlerimi. Ama uzun zamandır böyle derin bir uyku, böyle huzurlu bir uyku uyuduğumu bilmem. Uyandığım zaman kulaklarımda börtü böceklerin cızırtılı sesleri, derenin şırıltısı; binbir çeşit açmış çiçeğin kokusu, dağ çileklerinin büyülü dünyası burnumu dolduruyordu. Çimenlerin üzerinde, ulu çam ağacının gölgesinde, öğle yemeğini yedikten sonra çöken ağırlığın etkisiyle daldığım uykunun tadıydı bu, bilirim. Aynı çocukluğumdaki gibi. Hemen olmasa da yattığım yerden doğruldum. Herkes masasının başında bekliyordu. Lavaboya gidip birkaç avuç su çarptım yüzüme. Havluyla kurulamadım, yüzümden damlayarak kurumasını severdim çünkü. “Eşyaları yerleştirdik,” dediler. Hızlıca indik aşağı. Arabaya bindikten sonra bir kez daha tekrar ettim adresi ve ekledim:

-Sanayi Mahallesi 1411 No.lu Sokak Numara:1. Sen Albız, caminin önündeki bankta oturacaksın, yanında bir kola ve cips olacak. Sen Uzun, caminin hemen yanında bulunan parkın içindeki bankta oturacaksın. Zaten bir bank var, o da mahalleye iyice hakim. Biz de Dijital ile evin arkasından dolaşacağız. Mahallenin yolu dar, uzun ve yumuşak virajlardan oluşuyor. Ne kadar da öyle olsa yüz metre ileride bulunan birini görmen imkansız çünkü evler dar ve sık yapılmış, birazı da yola taşmış. Bu, görüş açımızı zorlaştıracağı için dışarıdaki arkadaşların özellikle dikkat etmesi gerekiyor. Evet, ev caminin karşısındaki arada. Ana yolla bağlantısı yok, önünde bir ev daha var. Evin bahçesi arka tarafa bakıyor, arka tarafta da terk edilmiş bir ev var. Bir üst sokağı kullanarak bu terk edilmiş evin içinden geçeceğiz. Üst sokakta da bu saatte uyanık kimse yoktur diye düşünüyorum ama yine de temkinli olacağız. Kimse görevini unutmasın.


Kısaca konuştuktan sonra, belirtilen mahallenin bir üst mahallesine kadar gelmiştik. Önce Albız indi arabadan, yaklaşık iki yüz metre ara ile de diğerlerini indirdim. En son ben de arabayı uygun bir yere park edip indim. Arabadan indiğimde Albız ve Uzun hemen arkamda bulunan sokaktan aşağı indiler. Dijital ile ben de yaklaşık elli metre ilerimizdeki sokağa saptık. Biraz yürüdükten sonra aralıklarla sola döndük. Burada yaklaşık beş yüz metre yürüdük. Oradan da sağa döndük ve şimdi, terk edilmiş evin önündeydik. Benim elimde kitaplar, Dijitalʼde ise bilgisayar vardı. El fenerinin de yardımıyla dikkatlice evin bahçesine geçtik. Etrafta en ufak bir ses, ışık yoktu. Sanki her şey uykudaydı. Eğilerek evin duvarına geldik. Pencerenin yüksekliği bir adam boyunu geçmiyordu. Kolaylıkla girebilirdik içeri. Ahşap bir çerçeveden oluşuyordu pencere. Krem rengine boyanmış ama boyalar çatlamış, ahşap bölmelerin birçok yerinde çürümeler başlamış. Arka tarafta olduğu için perde açıktı, eminim ki cam da açıktı. Bu şekildeki bir pencere açık olmasa bile kapalı sayılmazdı zaten. Pencerenin dilini ince bir parça yardımıyla kolayca çevirdim, hemen açıldı. Önce ben süzüldüm içeri, sonra Dijital geldi. Pencerenin tam karşısında bir yüklük vardı. Muhtemelen yorgan, yastık, battaniye ve minderlerle doluydu. Üzerine de çiçekli bir çarşaf örtülmüştü. Hemen yüklüğün dibinden karşı tarafa kadar uzanan bir çekyat vardı ve üzerinde bir delikanlı yatıyordu. Tahminen on beş yaşlarında, belki daha da küçük. Aradığımız ise hemen solumuzda, odanın kör noktasında bulunuyordu. Hangi düğünden araklandığı belli olmayan plastik bir masanın üzerinde, arkaya doğru uzanan küçük ekranlı beyaz bir monitör. Hemen yanında geniş olmasına rağmen kısa bir kasa yer alıyordu. Masa onların hepsini birden güçlükle taşıyordu sanki; bacaklarına ve arasındaki gergi demirlerine bakılırsa durum öyleydi. Dijital’e işaret ettim, hemen sök dedim. Yanlış mı anladım der gibi biraz yüzüme baktı. Gözlerini kıstı, kaşlarını çattı. Ama sonra aynı şeyi yine tekrarladım. Bu sefer hızlıca bilgisayarı söktü, masadan indirdi. Üzerine getirdiğimiz bilgisayarı koyduk, yanına kitap setini bıraktık. En son da bilgisayarın üzerine notu bıraktım. Dijital, pencereden tekrardan süzüldü. Ona malzemeleri verdim ve bu sefer de ayrı ayrı, geldiğimiz istikametin tersini kullanarak arabanın başına doğru yürüdük. Kapıları açık bıraktığım için her gelen oturmuştu; ben elimde kasa ile biraz mahallede oyalanmayı tercih ettim, daha doğrusu yolu uzattım. Arabaya binip arabayı çalıştırdım, vakit kaybetmeden oradan uzaklaşmak istiyordum. İçerisi karanlık olmasına rağmen bakışlarını, yüzlerinin halini tahmin edebiliyordum. Zihinlerinden kim bilir neler geçiyordu ama hiç kimse konuşmadı. Kontağı kapattığımda ofisin önüne gelmiştik.




Devamı gelecek...