O gün akşama kadar odamdan dışarı çıkmadım. Son zamanlarda kendimde büyük bir değişim hissediyordum. Eminim ki bu değişim bu odadan kaynaklıydı. Ve tabii ki yaptığımız işlerden. O yüzden buradan çıkmayı kesinlikle istemiyordum. Kimse de “Yahu sen burada ne yapıyorsun, biz ne yapıyoruz?” demiyordu. Kafam rahattı biraz da olsa. Akşam güneşinin loşluğunu burada karşılamak bana deniz kenarında gün batımını izlemek kadar keyif veriyordu. Koltuğumu pencereye çevirip çayımı yudumlarken fark etmiştim bunu. O akşam da aynısını yaptım. Sabahın serinliğinde ferahlamak tıpkı bir ormanda uyanmak gibiydi. Üzerime örttüğüm battaniyeye sıkıca sarıldığımda hissetmiştim bunu da. Bu odanın içinde akşama kadar vakit geçirecek hiçbir şey yoktu. Sadece bir bilgisayar vardı ama o da bildiğiniz gibi. Yine de bütün bunlara rağmen burada zamanın derinliklerinde, huzurun birkaç adım ötesinde yaşıyor gibi hissediyordum kendimi. Burada oluşturduğum yaşama alanı gerçekten beni hayata döndürmüş, üzerini örttüğüm bazı şeylerin gün yüzüne çıkmasını sağlamıştı. Bunu artık iyiden iyiye hissedebiliyordum. Üzeri tozlanmış anıların canlanması canımı sıkıyor olsa da yine de mutluydum. Burada olmaktan, bu odada yaşamaktan. Güneşin doğuşunu, batışını izleyip işlerimin yolunda gitmesi için dua ediyordum. Şimdi başka şeyleri düşünüp de canımı sıkmak istemiyordum. Yine koltuğumu çevirip gökyüzünün önce kızıla yetmeyip sonra da karanlığa bürünmesini izlerken vaktin ilerlediğini düşünüp hızlıca kalktım. Bu ani hareket başımı döndürdü ama çok sürmedi. Kapıyı açtığımda ısmarladığım siparişlerimin orada durduğunu görmek gülümseme nedenim oldu. Kapıda birkaç saniye duraklayıp izledim. Yavaşça kapattım sonra. Yine her zamanki gibi konuşmaya başladım. Göz ucuyla süzdüm hepsini, bir eksik görünmüyordu. Biraz nasihat ettim, bir iki özlü sözle süsledim. Hâlâ etkilenmediklerini görünce nasihatin boyutunu nutuk atmaya çevirdim. Onlara; bizim kimliğimizden, yaptığımız işten, hayatımızdan bahsettim. Her zaman duydukları, bildikleri şeyleri bir kez daha duymanın verdiği bıkkınlığı izlettiler bana ama yine de konuştum. Montumu alıp aşağı indim. Albız’a ve Uzun’a malzemeleri alıp peşimden gelmelerini söyledim. Dijital de ortalığı kontrol edip gelecekti. Ben merdivenlerde kaybolduğumda onların hâlâ arkamdan beni izlediklerinden emindim. Neyse ki çok beklemedim. Malzemeleri güzelce yerleştirdim. Arabanın yağını, suyunu kontrol ettim. Herkesin tamam olduğunun görünce önce saatime, sonra havaya en son da onlara baktım. Saat erkendi, hava ise daha lacivertten koyu siyaha dönmemişti. Yüzlerinde ise açlığın izi vardı. Sürekli ağızlarında bir şey varmış gibi yapıyorlar ve yutkunuyorlardı. Arabaya atladım, sessizce çalıştırdım. Kalabalığın gürültüsünde kaybolana kadar o sessizliğin tadını çıkardım.
Şehrin biraz dışında, barajın hemen kenarında kurulmuş tek katlı, geniş bahçeli balıkçı lokantasına ne zaman gelsem balıktan ziyade salata yeme isteğim artar. Buradaki karı-koca gerçekten bu işin hakkını veriyordu. Bizimkiler daha lokantanın yoluna girdiğimde gülmeye başlamışlardı. Birkaç gündür üzerlerinde bulunan o karamsarlığı atıp eski günlerdeki gibi gülümseyen ifadelerine kavuşmuşlardı. Bu ise beni daha da mutlu etti elbette. Ağaçların altına, biraz gözden uzak bir masaya oturduk. Hemen siparişlerimizi verdik; “Salata bol olsun lütfen!”
Abla, güler yüzüyle müşteriden ziyade evladı gibi davranıyordu. En çok da bizleri bu mutlu ediyordu zaten. Saatin nasıl geçtiğini anlayamadık. Yemeğin üzerine iki semaver çay içmiştik. Her şey çok güzeldi. Sohbet, muhabbet, komiklikler… Uzun, üçüncü semaveri isteyecekti ki hemen araya girdim:
-Gitmemiz lazım.
Ortamdaki hava bir anda ciddileşti ama kimse itiraz etmedi çünkü saat gece yarısını geçiyordu. Apar topar kalktık, arabaya bindik. Kimseye hatırlatma gereği yoktu ama ben yine de tekrarladım aynı şeyleri. Geçen gün yaptığımız gibi olacaktı her şey, sadece eve Dijital ile değil de Uzun ile girecektik bu sefer. Mahalleye geldiğimizde herkes yerini almıştı. Sokakta ürkütücü bir sessizlik vardı. Bu sefer daha dikkatli olmamız gerekiyordu. Ev sokağın en sonunda bulunuyordu. Ondan başka üç tane daha ev vardı ama oralarda kimse yaşamıyordu. Adım attığımızdan yerin dahi haberi olmadan evin kapısına geldik. Büyük kahverengi, demir bir kapı vardı ama üzerindeki parçayı ittirince rahatlıkla açılıyordu. Kapının önünde çok fazla oyalanmadan içeri girmeliydik aksi takdirde karşıdan geçenler bizi görebilirdi. Elimdekileri bırakıp bir elimle kapıyı tuttum, diğeriyle de üstteki demiri yavaşça kaldırdım. Neredeyse hiç ses çıkmamıştı. Bahçe girdiğimizde iki katlı, ahşap bir ev karşıladı bizi. Aradıklarımız muhtemelen alt kattaydı. Burası çok karanlıktı, el fenerlerimizin yardımıyla kapıya kadar geldik. Uzun, hemen kilidi kurcalamaya başladı. Beş dakika olmamıştı ki evin koridorundan geçip oturma odasına geldik. Dar bir koridor vardı. Hemen kapının arkasına bir dolap sıkıştırmışlardı yine de. Sanki yıllardır kullanılmıyor gibiydi. Aklım o dolaba takıldı ama bir an önce işimizi halledip buradan çıkmalıydık. Odaya girdiğimizde tüplü bir televizyon karşıladı bizi. Tam kapının karşısına koymuşlar. Ahşaptan yapılmış, kim bilir kimden kalmış, yıllara meydan okuduğu her hâlinden belli olan bir masanın üzerinde gecenin karanlığından daha karanlık duruyordu. Sağlı sollu koltuklar, ortada bir halı örtüsü, birkaç uyumsuz sehpa…
Uzun, televizyonu yüklenmiş bana bakıyordu. Hemen ben de kitapları ve notu bıraktım. Önden Uzun çıktı. Ben koridoru geçtim, ayağımı dışarı attım. Ama bir adım daha atamadım. Geri dönüp dolabın karşısında durdum. Bu arada Uzun, çoktan mahalleye çıkmıştı. Dolabın sapını tuttum. Büyük bir gürültüyle açılacağından veya içindekilerin üzerime yıkılacağından korkmuyordum. Sapı yavaşça kendime çektim. Bir hareket yoktu. Biraz uğraştım. Bir zaman sonra zor da olsa açmayı başardım. Ama dediğim gibi içindekiler büyük bir gürültüyle yıkıldı. İçimden hakaretler savurmaya başladım. Tam bırakacağım sıra gözüme bir fotoğraf ilişti. Dışarıdan gelen cılız ışığın etkisiyle son anda fark edebilmiştim. Fotoğrafı elime aldım, o sırada da yukarıdan gürültüler gelmeye başladı. Ama fotoğrafı görünce sanki dünyam durmuştu. Hiçbir şey duymuyordum, görmüyordum. Sanki vücudumdaki bütün kanım çekilmişti. Kaskatı kesildim, gözlerim fotoğraftaydı. Ev sahibinin sesini duyunca kendime geldim. O da kendime gelmek sayılırsa. Bir anda orada olmamam gerektiğini hissettim. Koşarak çıktım evden ama fotoğrafı bırakmadım. Bir sürü değişik yola saparak koşuyordum. Derin derin soluyordum. Bazen de tökezliyordum. Arkama bile bakmıyordum. Sadece koşuyordum. Ne kadar koştuğumu bilmiyorum. Arabanın başına geldiğimde fotoğrafa sarıldığımı hatırlıyorum. Ondan sonrası gökyüzünün koyu karanlığı…