Hiç bilmediği arazinin içinde kalmıştı ruhu. Herhangi bir yöne gitmenin diğerinden farkı yoktu ve gitmeye fazlasıyla istekliydi. Durmak; batmaktı. Durmanın, durmayı sonsuza dek devam ettirme riski vardı. Yoksa bu arazinin bir noktasını öbüründen ayırabilme imkanının olup olamayacağı “durarak” anlaşılabilirdi. Ancak bunun yerine her yöne koşmaya niyetliydi. Yorgunluğu düşünüldüğünde pek de koşamayacak gibiydi, kişiliği düşünüldüğünde de koşmaya çırpınmayı durduramayacak gibi gözüküyordu.


Her seçeneğe koştu içinde ruhunun. “Peki ya bu?” demelerinin yankıları birbirine karışıyordu; birçok yöne sorduğu soruların sesinden öncesine başka yöne yalvarışını yetiştirebiliyordu. Her koşturmasında kesilen nefesi, tek tek yük olarak aklının defterlerine yığılıyordu. Aklının kâtibi, çaresiz denemelerinin notlarının tuttuğu defterinde sayfaları çevirmekten ve artık o kadar da yazmayan tükenmez kalemi zorlamaktan yorulmuştu.


Sahip olduğu kaygının emaresini dilinde hissetmese dahi – “peki ya bu” derken sesi titremiyordu- omuzlarındaki ağrıda hissediyordu. Ciddi ciddi o omuzlarındaki dert yükü kas ağrısına mı sebep oluyordu? Ayaklarındaki bu dermansızlığı da şimdi uğruna yürümeye değer bulmadığı günlerine mi yoracaktı?


Koşuşturmasını bir saniyeliğine olsun etrafını saran yansımalarına göz devirmek için durdurabildi bu düşünceyle. Klişe derdinden yine klişe isyan çıkarabilmiş olmaya bir saniyeden fazla ayırabilmek isterdi aslında ama yapamadı. Koşturmaları vardı, durduramayacağı.


Bağırmak istedi, yastığa başını bastırıp çığlık atmak veya. Bir şeyler de söyleyebilirdi tabi ki sakince. Mesela “Hayatımın öylesine çaresiz noktasındayım ki bana dokunmanız tüm insanlık adına risk içermektedir. Yaklaşan fırtınam sizi içine alabilir.” diyebilirdi. Aslında günler, daha doğrusu aylar hatta belki de yıllar önce “Benim dertlerim var” diyebilirdi,“Paylaşsam, dinlemek suretiyle derdimi azıcık taşımış olma desteğinizi alsam olabilir mi? Yoksa insanım, özümsemeyi ve bunu yaparken de yanımda insanlarım olduğunu hissetmeyi çok isterim.” cümlelerini birilerinin ona bakan gözlerine işleyebilirdi. “Elbette” diyebilirdi birisi ona “ben bu kendini ifade edebilme cesaretini sana dünyayı yerinden oynatabilecek bir destek olmakla kutlamak isterim.” Gerçekte destek olabilen insanlar bulmak mümkündür de onun etrafında duvarlar örmeye niyetli ve de bu duvarların sebep olacağı sıkışıklığı da onun ruhuna ayrılmış araziye aksettirecek biçimde insanlar vardı. Ne zaman aralık görse kendisi ulaşamasın diye kendi ruhunun arazisinde bir de bizzat ona ördürülmüş duvarların içinde, sızabilme umudunu yeşertirdi. Sızabilecek bir ışık olmayı umardı, sonra aktı gitti su gibi. Suyun sürekliliği de duvarları ezip geçmedi. Duvarları ezip geçseydi bu arada enkaz tamamıyla onun arazisinde kalırdı. Belki de o zamanruhunun arazisinde herhangi bir yöne gitmenin diğerlerinden farklı yanı olurdu. Düzlükleri değişirdi; yığınları, ortalığı yakan taşların tozu ve yön tayin etmede umut vaat eden; gündüzleri güneşi, geceleri yıldızları saklayan bulutları etkilerdi. Böylece de arazinin dingin kasvetini, içeriğinde aksiyon barındıran kıyamete dönüştürürdü. Bir nevi, değişim umudunu çaresizliğinin uçurtmasına bağlamıştı ve orman yangınına uçmaya özlem duymuştu. İçine sinmişti kendi sokaklarının dışında yanacakolmak. Ama olmadı, suyun sürekliliği duvarları geçmedi. Işık olmaya olan umudunu da daha karadeliğe yaklaşmadan kaybetti. Bu arada, ışık olarak karadeliğe yaklaşsaydı da bir işe yaramazdı.


“Durum bu.”

 “Evet.”

“Yapacak bir şey yok.”

“Ha tamam o zaman.”


Bu konuşmanın böyle bitmesi mi umuluyordu? Yapacak şeyler aramanın veya başka bir deyişle umudunu kaybetmemenin dünyasında çaresizliği rasyonalize etmenin yine çaresiz denemelerini kabullenemeyen birinin konuşması, onaylar biçimde bitemezdi. “Yapacak bir şey var.” diyebilirdi. İsyan başlatabilirdi. “Haklıyken haksız duruma düşme!” şeklinde tabir edilen sessizlik, bozulabilirdi. Bozulmuştu da daha önce, defalarca. Görmüştü bozulduğunu, hiç başrolünde olmamıştı amaisyan bayraklarının rüzgârı defalarca ona esintisini ulaştırmıştı. O türden bir insan değildi. Sağduyu ruhuna bizzatoverlok makinesiyle işlenmişti, ruhu çıkardı ondan ama sağduyu ruhundan çıkamazdı.


Derin nefes aldı bir kereliğine. Uzun süre sonra tekrar. Birbirinin aynısı ritimle işlenmiş ruhunun arazisinde bakabileceği en uzak noktaya baktı. Gözlerini bu uğurda kıstı, kıstı, kıstı da kıstı. İşte o zaman, bu birbirinin aynısı araziyi ayırt ettirebilecek her işareti net gördü. Yönler şekillendi, karmaşasında. Bu defa da yolların çıkacağı varış noktaları üzdü ruhunu. Ruhunun noktaları üzdü ruhunu, tepeden tırnağa üzdü. Nefesini üzdü; dermanını, umarsız neşesini, heyecandan titreyen sesini ve bir keresinde mutluluktan dolan gözlerini üzdü. Şimdi durum şuydu:


Yolunun doğusuna dönebilirdi. Ayağına batacak inkarın dikenlerini göz ardı etmesi gerekiyordu. Ne kadar neşesi varsa dökmeliydi ayaklarının dibine ve gülüşüyle kendisinin feryadını susturmalıydı. “Tamam” demeliydi,


“Sevgili ruhum,


Hayalini kurduklarını unutacağız beraber. Biliyorum, kolay olmayacak. “Hayat bu kurduğun hayalden ibaret değildir” diyeceğiz. Bütün karakterini etrafına inşa ettiğin sisteminin ortasındaki o ağacın kurumasına gönlümüz razı olacak. Hadi ama! Daha önce ektiğin onlarca şeyin kuruduğuna şahit oldun. Hatta sevgili ruhum defalarca bizzat sen kurudun. Bir ağaç ruhum. Sadece bir ağaç. Etrafındaki anıları tek tek toplayıp taşınabilirsin. Kutulara doldurabilirsin umutlarını ve sıkıca kapatabilirsin. Günün birinde başka bir hayat özelliğine ağaç ekebilirsin.”


Ama bu seçenek hiç içine sinmedi. Sıkıca sarıldı karakterini etrafına sarmaşık gibi doladığı ağaca. Başka bir şeyde yeşerme ihtimalini düşünmekten utandı. Ya o kurduğu hayal etrafında yeşerecekti ya da bizzat kuruyacaktı. Tabi ki şu son cümle gibi düşündüğünü de herkesten en çok da kendinden saklayacaktı. Deneyecekti de deneyecekti başka ağaçlar dikmeyi. O asıl ağaç çürüdükçe diğer ağaçların da çürüdüğünü göz ardı etmek için bu bağlantıyı kurmamak için ölene kadar inkâr edecekti.


Peki ya kuzeye gitseydi ruhunun arazisinde? Bilmediği ve sonu gözükmez bu arazide yürümeye gücü var mıydı? Denemeye… Tekrar tekrar…

Hayalini unutmak ruhundan götürecekti, ruhunu unutmadan da hayalini götüremeyecekti. Durdu. Düşündü. Bir tane daha derin nefes aldı. “Etti iki” dedi içinden. “İnsan derin nefes almayı özler mi? Şu karada hem de… Hiçbir yangınına bile yetişebilecek kadar su yokken… “Şimdi…” dedi “hayatımın bu iki boyutlu kartezyeninde ya kuzey var ileri gitmek adına ya da doğu. Ne batıyı karşılayabilirim ne de güneyi. Peki ya bu dünya denen şey iki boyutlu değil ki! Kuzeyidir doğusudur derken bir nevi kuzeydoğuya gidiyorum ve çaresizce iki ekseni bükmeye çalışıyorum, ikisini de elimden bırakamıyorum. Görüyorum bana iki boyutlu çizilmiş bu resim. Kâğıdın üstündeyim ve artık ne olur bu çaresizlikten çıkayım istiyorum. Gitmek yorucu, durmak yorucu, nereye gideceğini bilememek yorucu ve hatta bilmek daha yorucu.


Cesaretim düşük, umudum kırık. Ellerimde, tuttuğum eksenlerden birer yanık. Yeni bir eksen çizmeyi denemek zor, denememek yazık.”