Üşüyordu, cılız kollarını zoraki bedenine sardı. Zayıflamıştı. Kemikleri adeta solgun gövdesinin altından başını çıkarmış, ürkütücü bir hâl almıştı. Sabah olmuştu. Buz gibi hava, açık olan pencereden içeriye dolarken bile yarı baygındı. Fakat bilinci yerindeydi ve düşünceleri turp gibiydi. 


Gök, güneşin turuncu gölgesini çocuğu gibi sahiplenmişti. Adeta tüm tabakaya turuncu bir yorgan serilmiş gibi görkemliydi. Ev, sessizdi. Yün halının üzerinde boylu boyunca uzanıyordu. Düşünceliydi. Zihninde fare gibi dolanan düşünceleri onu daha da yoruyordu. Öyle ki, zayıflıktan yorgun düşmüş bedenini asla kımıldatamıyordu. Sadece gözleri acıyla belli belirsiz odada geziniyordu. Kız kardeşi evde yoktu. Ona nereye gideceğini söylememişti. O gün, konuştuklarından bu yana araları soğuktu. Belki de kendisinin yardım isteğini reddettiği için uzak davranmaya başlamıştı. Anlıyordu. Kardeşinden bunu isteyen kendisiydi.


Uzanmaya devam ediyordu. Vücudu içten içe yanıyordu. Acı, yüzüne yayılan ebru sanatı gibiydi: Yavaş fakat etkili. Güneş, göğün yorganından başını çıkarmış, açık olan pencereden içeriye doluyordu. Gökyüzü açıktı fakat bedeninin üzerine kapanan buhran bulutunu bir türlü dağıtamıyordu. Hasta hissediyordu.

Genç adam, ellerinden destek alarak sırtını dikleştirdi ve oturur pozisyona geçti. Burnunun kanatları hiddetle titriyordu. Göz kenarları kırış kırıştı. Sanki asırlar geçmişti. Asırların arasında kaybolmuş gibi yaşlanmıştı. Yüzü kasılıyordu, elmacık kemikleri çökmüştü ve dudakları solmuş bir papatya gibi sararmıştı. Saçlarını sol eliyle yana yatırdı ve dizlerini karnına çekti. Hemen yan tarafında kalem ve eski deri bir defter vardı. Genç adam, belini yan tarafa doğru eğip defterle kalemi kendine doğru çekti ve ilk sayfasını açıp kaleminin mürekkebini sayfaya bastırdı. Parmakları kalemin bedenini kavramakta bile zorlanıyordu. Göz kapakları Sahra Çölü'ndeymiş gibi kupkuruydu.


***


Uzanmıştı tekrar. Kulağında Mozart'ın ''9. Senfoni''si çalıyordu. Delirdiğini düşündü. Gülmek istedi. O, çatlamış dudaklarıyla hafifçe tebessüm etti ve ince bir kan sızıntısı çenesine değdiğinde halen gülmeye devam ediyordu. Elleri yana doğru açıktı. Sanki özlemiyle yanıp tutuştuğu birine sarılıyormuş gibi görünüyordu. Saçları keçeleşmişti. Kıyafetleri öz rengini kaybetmiş, vücuduyla birleşmişti. Zayıflamıştı. O kadar zayıflamıştı ki, yetmiş yaşındaki biriyle aynı kemik yapısına sahip bile olabilirdi. 


Gözleri masmavi olan gökyüzünde gidip geldi. Şaşırdı. Sadece birkaç dakika önce siyah yorganını üstüne örten gökyüzü, ne olmuştu da dakikalar içinde maviliğe bürünmüştü? İçine huzur doldu. Çocukluğun o masum neşesiyle bulutlara bakmaya devam etti. Hepsi de pamuk şekerini andırıyordu. 


Bir an için, sadece o an için masum olduğunu düşledi. Yüreğinin beyazlığına leke değmediği ve o ilk günahı işlemediği zaman dilimine gitmeyi ne çok isterdi. Azap içinde hissediyordu. Saf, tüm özüyle karşısında dikilen tek duygu kutsal bir vicdan azabıydı. Kan lekesi, burjuva patronu, yırtılan derinin sesi, botlarını ses çıkarmasın diye yağlaması... O gün gerçekten de kendisi miydi? Planlanmış cinayetin başrolü kendisi mi olmuştu? Cevaplarını biliyordu. Fakat kendisiyle yüzleşmek istemiyordu. Aşağılık olduğunu biliyordu ve kendisinden tüm benliğiyle nefret ediyordu. 


Belki de tek üzüldüğü, kız kardeşini hayal kırıklığına uğratmış olmasıydı. O, bunları katiyen hak etmiyordu. Katil bir ağabeyin kardeşi olmayı asla hak etmiyordu. Zihnini dağıtmaya çalıştı. Günler sonra, o cinayeti işlediği günden bu yana gökyüzünün de kendisi gibi kara bir yazgısı olduğunu düşünmüştü. Şimdi ise kendisini aklamayı başarmıştı. Oradaydı işte; kuşların bile kanat darbesi vurmaya kıyamadığı masmavi bir tuval.


Huzurluydu. Gözleri o kuruluğundan arınmış, bedeni vaftiz edilmiş gibi günahsızdı. Vücudunun üzerindeki o hastalıklı buhran hali bile yok olmuştu şimdi. Tüm suçundan ve günahından arınmış gibi hissediyordu. O kadar hafiflemişti ki, yaradılışı el verse uçup bulutların arkasından kaybolacaktı. Ayağa kalkmak istedi. Kız kardeşini bulup ona var gücüyle sarılmak ve artık arındığını söylemek istiyordu. Kardeşinin gelmesini bekleyecekti. Acele yoktu. O artık kendisinin iyi olduğunu görecekti. Belki de biraz uyumalıydı. Günlerce uyumanın ne demek olduğunu unutmak üzere olduğunun farkındaydı. Başını tekrar halının üzerine koyduğunda gülümsedi. Huzurluydu. Artık huzurluydu. 


***


Saatler, günler gibi geçtiğinde genç kız, ağabeyini dört polisle odasında ölü olarak bulmuştu. Ölüm nedeni asla bulunamadı. Odasında sadece yüzükoyun şekilde bulunmuş bir defter vardı. Bu, sayfaları birkaç bölümden oluşan bir günlüktü.  


***


2 Kasım

Öyle zorluklar içinde yazıyorum ki, o aşağılık acıya lanetler yağdırmak ve hatta hıncahınç sövüp durmak istiyorum. Azabın en deli ve en buhran haline geçiş sürecinde gibi hissediyorum. Maalesef kendimi kimseye açmadan, kapalı kutumda ölene kadar debeleneceğim. Yazgımı değiştirmek için kılımı dahi kıpırdatmayacağım. Halbuki beyaz çehremde tek bir ben lekesi yoktu. Ne zamanki parmak uçlarım şereften yoksun bir kan izine bulandı, o zaman ben lekeleri bembeyaz yüzümü sinek tarlasına çevirdi. Keşke bağırabilsem. O zaman asırlarca, belki de kuşak değişimi sonuna kadar yırtmak zorunda kalacaktım ses tellerimi. 


3 Kasım

İçimde konuşan bir ses var. Bazen beni sevmeye çalışıyor. Ben de onu hoş karşılıyorum. Lakin bazen de öyle nefret dolu oluyor ki, havada bıçaklar uçuşuyor ve onları bana saplamaya çalışıyor. İşte o zaman anladım ki, vicdan azabı görünmez bir karakter. O karakter kendini her saniye hatırlatmayı bildi. Her dakika, uykuda, banyoda ve kendime bakarken bile göstermeyi başardı. Oysa onu sildiğimi, yok ettiğimi sandım. Yanılmışım. 


6 Kasım

Beni yok etmeye çalışıyor. Ama ben ona direnmeye çalışıyorum. Veba gibi düşün. Sıçanlar üzerinde gezinmiş ve dişlerini ince derinden geçirmiş, ölümcül bir hastalığın peşine düşmüşsün gibi. Kendimi iyi hissetmiyorum. Sadece bugün değil, her gün. 


7 Kasım

Büstüm bana bakıyor. Korkuyorum. Gözlerinden sisli bir kan süzülüyor. Ağzının kenarında şirret bir tebessüm var. Onu yok etmeye çalışıyorum. Olmuyor. Yok olan sadece ben oluyorum. 


9 Kasım

Bugün hiçbir şey yemedim. Hastayım yine. Hummaya tutulmuş gibi titriyorum. Uyuyamıyorum. Kalbim, cılız derimin altından öyle güçlü atıyor ki, kanın pompalanma hareketi bile ağzımda gibi. İğreniyorum. Her şeyden. En çok da kendimden. Polisleri, askerleri kapıya yığılmış halde hayal edince delirir gibi oluyorum. Beni direkt burada öldürüp gitseler, hoş olmaz mıydı?


11 Kasım

Zayıflamıştım. Kemiklerim el pençe divan durmuş gibi. Hiçbir şey yiyemiyorum. Su bile içsem mideme kaynar su inmiş gibi oluyor. Büstümü tamamen parçaladım. Bu sefer geri dönemeyecek. Lanet olası. Bana benzerliği korkutuyor beni. Şükürler olsun ki, bir daha gelmeyecek. 


12 Kasım

Kaybettiğimin farkındayım. Lakin kazanmak kaybedilerek öğrenilirdi. Gözlerimi kapatacağım ve dudaklarımı saran o lanet gülümsememi alıp gideceğim. Cinayet öyle bir şeydi ki, birini öldürdüğünüzde aldığınız tek şey bir can değil, aynı zamanda şeref duygusuydu. Gitmek istiyorum. Parmaklarım terliyor, sırtımdan ter boşanıyor, gözlerim kararıyor. Hoşça kal demek isterdim. Demedim. Arkamda tek bir şey bile bırakmadım. 


***


Genç kız, ağabeyini kimsenin olmadığı sade bir törenle toprağa verdiğinde yüzünde tek bir mimik bile oynamadı. Sadece uzunca süre mezar taşının üzerindeki harflerde gezdirdi gözlerini. Arkasını döndü. Yürüyüp giderken yapraklar arkasından sürükleniyordu. Yağmur başlamıştı.