Karşısında dokuz beden; dokuzu da örtülü. Dokuz örtünün dokuzu da soluk, dokuzu da ayrı renk. Toz pembe ama soluk, gök mavisi ama soluk.
Baştaki bedene yaklaşıyor ağır ağır. Elini uzatsa eli uzanmaz ama önünde duruyor işte.
Kavrıyor örtüyü sıkıca; çekerse yüzleşecek içindeki kimseyle, çekerse soluk perde yere serilecek ve çekerse belki de bilmediği zamanları özleyecek. Bırakıyor örtüyü zarifçe.
İki, üç, dört... Sekiz, dokuz, on. On? On bir, on iki... Nasıl? Bedenler çoğalıyor git gide. Bir ressamın hakim olamadığı renkler doğuyor, bir matematikçi artan bedenleri sayamıyor, bir ruh bilimci aklını yitirirken bir kalp cerrahı kriz geçiriyor.
O karşıda, bedenlerin tam karşısında. Bir beden önündeyken diğerleri ötede beride değil. Herkes, her şey iç içe; her renk, her zaman, her mekan, göğün her katı iç içe.
Soluk renkler bir araya gelip bir can yaratmaya çalışıyor çaresizce. Unutmuşlar ki; siyah ve siyahtan beyaz doğmaz, ölmüşlerin kucaklaşmasından dirilen çıkmaz.
Bedenler uçuşuyor hayaletimsi hayaletimsi, anlamıyor; anlamıyor çünkü bedenler zaten iç içe. Bir iken bin oluyorlar aynı anda. Hem tek bir yerde, hem de göğün yedi katının aynı anda yedisinde.
Ayinin ortasına atılmış kurban gibi, dönüyor da dönüyor etrafında. O döndükçe bedenler ters yöne dönüyor. Birkaç asi ona uyum sağlamaya teşebbüs etse de ne fayda? Beden, bedene çarpıyor da paramparça olup üzerine yağıyor.
"Bir'im!" diye bağırıyor da uçuşanlar gülüyor. "Bir yerdeyim!" dediğinde yedi kat yarılıyor da yetmiş yedi oluyor. "Bir zamandanım!" demeye kalmadan günler günleri bölüyor da bir güne asırlar sığıyor.
Anlıyor. Anlamaya çalışıyor. Bazen unutuyor. Sonra yeniden anlıyor. Anımsayamadığı zamanlarda bedenler deli dana gibi savruluyor zamandan zamana, mekandan mekana, ruhtan ruha ve anıdan anıya. Bilirdi ki; anılar bağımsızdır zaman ve mekanlardan.
Anladıkça Bir'leşiyor, Bir olamıyor da Bir olmayayazıyor. Bir olamaz, Bir olmasın, Bir olursa Tanrı'yla savaşmak zorunda kalır ve o bilir ki; adaletten yoksundu Tanrı, o her zaman kazanır.