Şermin, odanın köşesinde duran eski aynaya bakarken kendi yansımasından kaçamıyordu. Ayna, hem kendisini hem de geçmişini gösteriyordu; bakmak istemediği o bozuk, eksik, karmakarışık aynayı. Parmakları, farkında olmadan ritüeline başlamıştı: sağ elini sol avucuna üç kez vurdu, ardından nefesini tuttu. İçindeki kaos bir an bile dinmedi.
Teyzesinin cenazesinden gelen uğultu, dışarıdaki sessizliği deliyordu. Herkes susmaya çalışırken, acının gürültüsü yükseliyordu. Şermin, başını kaldırdı ve odayı taradı. İnsanlar ellerinde tespihlerle bir şeyler mırıldanıyorlardı, ama onların arasında bile yalnız hissediyordu. Teyzesi yoktu. Annesi, zaten hiç olmamıştı. Babasını hatırlamıyordu. Hayatı boyunca bu boşluğun içinde yuvarlanıp durduğunu fark etti.
Kapı aralandığında, Ali içeri girdi. Şermin, onu fark etmemiş gibi yaptı, ama Ali’nin varlığı bir dalga gibi yayıldı odada. Adamın duruşunda tuhaf bir tereddüt vardı; bu, bir sınırı geçmeye hazır olan birinin ama geçerse yıkıcı bir şeyler olacağını bilen birinin duruşuydu.
“Şermin,” dedi Ali, alçak bir sesle.
Şermin, gözlerini kaldırdı. "Ne var?" diye sordu, sesinde keskin bir alay.
Ali, bir an durdu. Bu, kolay bir konuşma olmayacaktı. Şermin’in bu keskin duvarları onun savunmasıydı; Ali bunu biliyordu. Ama yine de buradaydı, çünkü bu duvarların ardında bir şey vardı. O boşluğu doldurmak istiyor muydu? Yoksa Şermin’in hayatında sadece başka bir yabancı mı olacaktı?
“Burada yalnız mısın?” diye sordu Ali, sandalyesine yaklaşırken.
Şermin bir kahkaha attı, acıyla dolu bir kahkaha. “Ne zamandır yalnız değilim ki?”
Ali bir şey söylemedi. Bu soruya cevap veremezdi. Ama Şermin, sözlerine devam etti. “Teyzem öldü. Annemden zaten nefret ediyorum. Babamı hatırlamıyorum. Ve sen... Sen neden buradasın, Ali? Çünkü bu sefer seans saati değil.”
Ali, bu sorunun ağırlığını hissetti. Bu onun profesyonel sınırlarını aşan bir durumdu; hem de çoktan. Ama Şermin’in gözlerine baktığında, o gözlerdeki sessiz çığlığı duymazdan gelemezdi. “Buradayım, çünkü... yalnız olduğunu düşündüm.”
“Yalnızlık,” dedi Şermin, gözlerini pencereye çevirerek, “benim en eski dostum. Çocukken, annem eve dönmediğinde onunla oyun oynardım. Teyzem beni kucaklamaya çalıştığında bile yalnız kalırdım. Yalnızlık, dolmayan boşluk gibi. Ben onunla büyüdüm.”
Ali, başını eğdi. O da annesiz büyümüştü. Ama Şermin’den farklı olarak, yalnızlığı bastırmayı öğrenmişti. Freud’un anneler üzerine söylediği şeyler sık sık aklını kurcalardı. Kendine, hayatına ve ilişkilerine baktığında, annesizliğin açtığı yaraların hâlâ kanadığını hissederdi. Ama bunu Şermin’e söyleyemezdi. Çünkü bu hikâye, onun değil, Şermin’indi.
“Annen...” dedi Ali, dikkatlice kelimeleri seçerek. “Hiç sana geri dönmek istemedi mi?”
Şermin, bir süre sessiz kaldı. Sonra, yüzünü ona döndü ve öyle bir bakış attı ki, Ali içinde bir şeylerin koptuğunu hissetti. “Bunu gerçekten bilmek ister misin?”
Ali cevap vermedi. Şermin’in kelimeleri, sanki kendi hikâyesini anlatıyormuş gibi geldi ona. Ve o an, Ali’nin içindeki profesyonellik çatlamaya başladı.
“Ben buradayım,” dedi Ali yavaşça, gözlerini Şermin’in gözlerinden ayırmadan. “Eğer seni bir kez bile yalnız hissettirmeme izin verirsem, beni durdur.”
Şermin, bu sözler karşısında donup kaldı. Daha önce kimse ona bu kadar net bir şekilde var olduğunu hissettirmemişti. Ama onun içinde, bu cümlenin yankısı kadar acı bir gerçek vardı: Ali’nin burada olması, bir gün gitmeyeceği anlamına gelmiyordu.
Şermin, gözlerini kaçırdı. “Git, Ali,” dedi. “Sen benim hikâyemde bir yabancısın. Ve yabancılar hep gider.”
Ali, oturduğu yerden kalkarken, durakladı. “Şermin,” dedi yavaşça. “Sen bir gün bu boşlukları dolduracaksın. Ama ben o gün burada olmayabilirim.”
Şermin, bu sözleri dinledi, ama cevap vermedi. Çünkü onun için, dolması gereken boşluklar değil, dolmaya çalışan boşlukların yarattığı acı vardı.
Ali kapıdan çıkarken arkasını döndü. “Seninle bir gün aynı cümlede olmayabiliriz,” dedi içinden, ama yüksek sesle eklemedi.
Şermin, pencereden dışarı baktı. Boşlukları ve kırılmış yanları düşündü. Ama bir yerlerde, Ali’nin gitmeden önce bıraktığı o kelimeler, derinlerde bir yerlere dokunmuştu.
Ali, arabasına binerken, kendi kendine fısıldadı: “Belki de biz, birbirimize yalnızlığımızı hatırlatıyoruz.”
Ve o gün, ikisi de hayatlarındaki boşluklara rağmen bir adım ileri attıklarını hissettiler. Ama bu adım, onları birbirine daha çok yaklaştırmış mıydı, yoksa daha uzak mı düşürmüştü? Bu sorunun cevabı belirsizdi. Ama her ikisi de, bir gün cevabın onlara döneceğini biliyordu.