Baktım ileride ankesörlü telefon kabininin önünde bekliyor. Hakikaten de şeytanmış ha dedim. Boynuz filan aynı, görmeniz lazım. Yanına gittiğimde sanki kırk yıllık arkadaşmışız gibi sarıldı bana. İlerideki çay ocağına götürdüm bunu. Bizim çaycı şeytanı görünce inceden bir garipsedi ama ben kaş göz yapınca kafasını sallayıp çayları bıraktı. Höpürdeterek bir yudum aldı çayından. 


- Anlatmam lazım artık! dedi.


"Ya şeytan" dedim gülmemek için kendimi zor tutarken, “Neden beni aradığını sorabilir miyim?”


- Tabii ki sorabilirsin. Arada yapıyorum böyle ya. Gidiyorum bir tane kart alıyorum Telekom’dan. Rastgele tuşluyorum, kim gelirse çağırıyorum.


- Geliyor yani insanlar da öyle mi?


- Evet geliyorlar bazen, bazen de gelmiyorlar; telefonda konuşalım diyorlar. Haklılar tabii, adımız şeytan neticede, korkuyorlar. 


- Ben korkmadım ya, merak ettim neler söyleyeceksin. Ha bir de gazeteciyim ya ben, bu aralar ihtiyacım var sana.


- Bence benim size ihtiyacım var. 


Ben espri yapmıştım ama şeytan bildiğin ciddiydi. “Anlatmam gerekiyor içimdekileri. Yoksa rahat edemiyorum.” 


- Çok telaşlısın sanki. Sakin ol biraz… diyeceğim ama ateşini biliyorum.


- Nereden biliyorsun?


- Yani lafın gelişi söyledim. Sen ateşten yaratılmışsın ya ne kadar sakin olabilirsin ki?


- E tabii sorun da bu ya: Ateş…


- Aslında bu kadar ateşe rağmen yine sakinsin. Baktığında bazı insanların ateşi yok ama senden daha ateşli gibiler…


- İnsanlar işte… 


- Pek bir manidar söyledin. Yahu nedir bu gareziniz sizin insanla ben anlamadım ki?


- Benim bir garezim yok. Az önce sen dedin işte, ateşleri yok ama şeytandan bile daha ateşliler diye.


- Canım bazıları öyle, hepsi demedim ki…


- Hepsinde var o potansiyel. İnsan her şeyin potansiyeli ama kendisi değil…


- Ooo fena edebiyat yaptın yalnız…


- Edebiyat olsun diye değil, öyle. Hiçbir şey değilsiniz ama her şey de olabilirsiniz. 


- Peki şeytan efendi, sen ne anlatmak için çağırdın beni?


- Ya ne bileyim, sıkıldım ben artık. Anlamsız geliyor. Misyonumuz sadece bir türün kendini yok etmesi olarak kısıtlanmış. Başka bir şey yok. İşin kötü tarafı şu ki bu durum, her geçen gün kendimi daha fazla sorgulamama neden oluyor…


- Nasıl yani?


- Yani, ben artık şeytan olmak istemiyorum. Ama bana böyle bir misyon verilmiş ve bunu ben seçmedim. Yıllaaaar yıllaaar evvel yaşanmış bir hadisenin devamı olmak bana hiç cazip gelmiyor. Yazılmış bir öykünün gariban figüranlarıyız oğlum hepimiz. Etrafına bir baksana herkes bir yerlere koşuyor, bir yerlere yerleşme ya da ulaşma peşindeler. Üstelik bunları kendi iradeleriyle yaptıklarını filan zannediyorlar. 


- Yapmıyorlar mı?


- Yapmıyorlar tabii ki. Kim bilir hangi türdaşım var zihinlerinde. Onların da işi bu ya da rolleri diyelim. Şeytan da olsan insan da aynı; hepimiz bir rolün gereğini yapıyoruz sadece. Bütün çerçeve belirlenmiş ve herkesin rolü bambaşka bir seçici kurul tarafından düzenleniyor. Ve bu düzen böyle sürüp gidiyor. Aslına bakarsan bundan benim şikayetçi olmam çok saçma. Çünkü her türlü kazanan biz şeytanlarız. Evet, hem de her gün, her dakika… Nihai hedefe doğru emin adımlarla yürüyoruz sayenizde. Sizin tembelliğiniz ve nefretiniz bizim en büyük yardımcımız zaten. Ama sıkıldım işte. Bu döngüden, bu anlaşılmayan sıkılmaktan da sıkıldım.


- Eee n’apmayı düşünüyorsun peki şimdi?


- Bilmiyorum, saçmalıyorum sadece. Şu an yaptığım gibi. Bir insanla böyle buluşmak, üstelik tamamen sizin tahayyül ettiğiniz şekilde buluşarak.


- Nasıl yani?


- Evet işte size göre şeytan böyle bir şey.


- Yok ya ben böyle düşünmemiştim aslında seni.


- Farklı olmaya çalışmayı bırak lütfen. Genel olarak aklınızda böyle bir şeyiz işte. Kırmızı boynuzlar, elde ne idiği belirsiz çatal gibi bir şey… Kıçımızda bir kuyruk falan... Şu an sana göründüğüm gibi. 


- Ama…


- Bak bir şeyi farklı düşünebilirsin ama onu eğer başkalarından farklı olmak için yapıyorsan, bu onlarla aynı olduğun anlamına gelir. Çünkü herkes farklı olmak için aynılaşır.


- Bize dair ne kadar çok şey biliyorsun.


- Çünkü bizim işimiz bu.


- Haklısın. Peki bana asıl söylemek istediğin şeyi söylesene. Bu öyle bir şey olsun ki, sen diğer şeytanlardan farklılaşma çabasında olma ama farklı ol…


- Söylüyorum işte, sıkıldım ve de çok sıkıldım bu döngüden. Yani hayatlarınızdan ve her şeyin bu denli aynı olmasından. Bize verilen hiçbir şeyi sorgusuz sualsiz kabul etmemizden çok sıkıldım. Bu rollerden, bu imgelerden. Sizin ve bizim içimizdeki egolarımızdan çok sıkıldım. Sizin yaratılışınızdaki boşluktan ve o boşluğu bizim kötülükle doldurmamızdan çok sıkıldım. 


- Nasıl bir karamsarlık bu böyle be şeytan?


- Siz böyle bir karamsarlığa düştüğünüzde ölümü seçip intihar filan ediyorsunuz. Çok anlamsız bir fikir bence! İntihar bir şeyi sonlandırmak gibi gözükse de kederini mezarınla putlaştırmaktan ve o bitmeyen egonuza son kurban olarak kendinizi bedavaya sunmaktan başka bir şey değil. Kendinizi hep daha özel bir yere koymaya doğuştan meyillisiniz. Bir insanın kulağına birkaç kez, “Sen Tanrısın” diye fısılda, “Yeni bir dünyayı ne zaman kuruyoruz?” diye reklam kampanyası yapmaya başlıyor. Hep aynı şeyler işte… Off!


- Amma yüklendin sen de bize be şeytan! N’apsın kardeşim bu insanoğlu, böyle yaratılmış işte. Zaafları var, kaprisleri var, çıkmazları, açmazları var. Neden bunu kullanmak istiyorsunuz? Gitsenize başımızdan, böylece döngü değişir belki. Belki içimizdeki iyiyi dinlemek için bir fırsatımız olur.


- Hahah! Sen öyle san, eğer biz çekip gitmiyorsak bu biraz da sizin iyiliğinize.


- Aaa ‘şeytan’ ve ‘iyilik’. Ben nedense yan yana koyamadım hocam pek sizi ya…


- İşte mesele tam da bu. Hiç düşündün mü gerçekte şeytan nedir diye? Böyle saçma sapan imgeleri, basmakalıp lafları bir yere bırakıp şeytan nedir diye düşündün mü gerçekten? Söyle gazeteci…


- Yoo hayır ben…


- Düşünmezsin, düşündürtmezler, düşündürtmeyiz. Çünkü bizi bütün kötülüklerin temsili karikatürü ilan ederken kendinizi bir o kadar sütten çıkma ak kaşık ve bir bok zannederseniz her şey konforlu bir mantığa bürünür değil mi? Ama şeytanlar da o bir bok sanmışlığınızdan ölümler, katliamlar ve savaşlar yarattırır sizlere. Dünyada tek bir insan kalmayana dek de bu böyle devam eder. Tabii öyle bir şeyin olacağı da muamma!


- Yani…


- Sence biz şeytanlar niye ateşten yaratılmışız? Hiç düşündün mü? Tabii ki düşündün! Çünkü “kötülükler bizi yakar, o yüzden de şeytan ateştir” Bu işte değil mi? Bu kadar… Peki ateş bir de kimi yakar gazeteci söylesene!


- Kimi?


- Aşıkları tabii ki! Bak ne diyor Hayyam, “Sevdiğini mertçe seven kişi, pervane gibi özler ateşi. Sevip de yanmaktan korkanın masal anlatmaktır bütün işi. Evet sevgili insan, ateş bizi simgeler, hatta biz şeytanların en büyük gerçeğidir ateş. Çünkü aşığız biz. Sizin taptığınızı söyleyip inanmadığınız, korkudan ödünüzü patlatan, sırf cehenneme gitmemek için inanmış numaraları yaptığınız ilah için biz ateşi göğsümüzde bir nişane gibi taşımayı göze aldık. Bütün meleklere beyaz birer kanat, bize ise sonsuz bir ateş düştü aşkımız olan ilahtan. Eyvallah dedik, aldık… Siz insanlar ne ateş taşırsınız, ne de kanat; ama kanat taşımadan uçmak ve ateşsiz yanmak istersiniz. Dedim ya insan, her şeyin potansiyelidir fakat bizzat kendisi değildir diye; işte bu yüzden size boyun eğmedik. Bütün derdimiz de inandığımız o ilaha, sizin onu bizim kadar sevmediğinize ve hiçbir zaman da sevemeyeceğinize inandırmaktır. Biz size değil, sadece uğrunda ateş taşıdığımıza eğileceğimizi söyledik. Aşkı, maşuktan daha yüce tuttuk bir yerde. Çünkü aşk yanmaktı ve yanmak; öznesi tanrı bile olsa bazen ona bile boyun eğmiyordu… Sonra ilah, insan ile şeytanı bu dünya denen cehenneme attı işte. Sınıyor bizi. İnsanın bir şey olma potansiyeli ile şeytanın aşkı karşı karşıya... Şimdi kim kötü, kim iyi ya da kim ilah, bana söyleyebilir misin? 


- İyi de nasıl çıkacağız peki bu dünya denen cehennemden? Ne zaman bitecek bu sınama… İnsanlar öldürüyor birbirini ama bir o kadar sayıları da artıyor. Yani bir nevi kısır döngü…


- Bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum. Şimdi sana aşktan bahsediyorum ama bu aşkın başladığı zamandan bu yana her şey adeta kördüğüm olmuş. Ben ne şeytanlığa tabiiyim ne de insanlığa. Yolumu arıyorum, bu ateşin başlangıcını... İçindeki yangının gerçeğini bilmiyorsan yanmışsın neye yarar? Bana kalırsa aşkın ilahı size de bize de bir oyun oynadı ve hem şeytan, hem insan hala bunun farkında değil.


- Ne oyunu?


- Aşk oyunu elbette. 


- Allah, oyun oynar mı?


- “Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir” İlahın kendisi diyor bunu, ben değil.


- Peki niçin bu oyun?


- Aşığa bahane gerek, bir dert; tıpkı yanmak için bir şeyleri yakmak gerektiği gibi… Ham olana da ateş gerek pişmesi ve bir şey olabilmesi için. Şeytan aşkıyla yanıyor ve insanı da bu yangınla pişirmeye çalışıyor işte…


- Peki ne zaman biter bu oyun?


- Bilsem… Ah bir bilsem. 


- Peki ya şeytanlar? Onlar ne olacak, onlar da durmuyor ki?


Şeytan, unuttuğu bir şeyi hatırladı! Çayından bir yudum aldı ve kalktı.


- Nereye gidiyorsun?


- Başka bir görüşmem var. 


- Ne görüşmesi?


- Bildiğin görüşme işte. Başka biriyle daha sözleştim.


- Anladım, dikkat et ama…


- Efendim?


- Bir şey yok. Sadece merak ettiğim için soruyorum, kimle sözleştin?


Şeytan gülümsedi ve başını yukarı kaldırdı... Kalkıp gitti sonra. Arkasından bir süre baktım. Şeytan yanımdan uzaklaşırken, melek kostümü giymiş 4 beyaz adam peşinden koşmaya başladı. Şeytan durumu fark edince topukları yağladı. Ben de arkalarından koşarak onları takip ettim. Sokağın çıkışında bir araba şeytanın önünü kesti. İçinden çıkan iki siyah giyimli adam ve melekler, şeytanı arabaya bindirdiler. 


Ne yapacağımı bilemedim. Peşlerinden gitmedim.


Yoksa gitmeli miydim?


Ya bana bir şey...