Pençelerim ufacık, parmaklarım bodurdu. Tırnakçıları zengin ettiysem darbelerim size yetemediğinden.
Yusuf'un rabbin yardımı olmadan çıkamadığı kuyudan ben bir başıma nasıl çıkayım? Kanayacak elin kolun tabii.
Ne olduğumu bir türlü bulamadığım için hiç olmamaya karar vermiştim, işe yaramadı. Varlığıma da kime koştuysam bir yer bulamadı, kimse şöyle bir kaykılmadı ki ben de yerleşeyim.
Bulduğum ilk sandalyeye oturdum, karşıdakinden de pastayı yiyorum şimdi. Annem yine kilo aldım diye muhakkak endişeye sarılı bir utançla dürter 1-2 güne.
Veririm anne. Daha zayıf olur ve daha az yer kaplarım dünyada. Daha az var olmak değil miydi amaç zaten en başında?
Bir nevi özgürlük bu da, aidiyet veya "gerçekleşme" hissini kovalamayı bırakmak, çünkü bu hiç var olmamıştır aslında. Belki de vardır ve doğuştan geliyordur bir tür doğum lekesi gibi. O lekeler de herkeste olmaz, özel bir sebebi yok bildiğim kadarıyla.
Bazen sadece vardır, veya yoktur herhangi bir şey.
Her bokta anlam, derinlik, mantık aramak yorucu değil mi? Şöyle iki seksen bacakları uzatıp arkaya yaslanmakta ayıp olan nedir?
Arıyorsun boş boş ama daha bilmiyorsun bile kayıp olan nedir?
Susmayı hak gördüm kendime. Cevap vermemeyi. Muradıma ermemeyi. Sürekli şakalar yapmamayı ve herkes, her zaman mutlu değil diye tırnaklarımı etime geçirmemeyi.
Yetişemedim, kimse de beklemedi, ne diye koşuyorsun o zaman? Sana da yazık değil mi?
Her sabah karnındaki açık yaradan sarkan büyükçe et parçasını dikkatle geri yerleştirip bu kalabalığa geri girmeye değer mi?
Sen bu kadar gürültü de sevmezsin ki. Ama sessizliğe olan korkun daha büyüktü demek. Biri, bir şey söylesin istedin hep ki başka bir şeyi düşünmen gerekmesin. Biri söylesin ki, senin söylemen gerekmesin.
Ee, hep gerekti ama? Yalan mı?
Sadece yapman gerekeni yapıp ileri geri sallanmaya devam edersin işte boş zamanlarında.
Burada oturur dinlenirsin biri gelip kuyuya betonu dökene dek.
Sarılan kendin olursan üşümezsin ölene dek.