Gece, karanlığı kesen o keskin kızıl ışık her şeyi delip geçer ama ulaşmaz içine, ulaşamaz. Sessiz çığlıklarını kuytular duyar, uzun yapraklar duyar, tenine değen o sert soğuk duyar, seni her şey duyar da insan duymaz. İçinde bulunduğun durumu anlatmak istemezsin bazen, sadece anlaşılmak için kelimeler yerine bedenin konuşur ve bunu birinin anlamasını beklersin. İşte sadece beklersin ama kimseler görmez işitmez seni. Sert bir kış gününde, tenin ayaza teslim olmuşken gelir kıvrılırsın bir soba kenarına, bir yanın ateşte kavrulur da kara günü kesen o kızıl ışık gibi tenine vuran o ateş de işlemez içine. Buz kesmiş yürek misali, buz dağına seslenmek istersin ama buz dağına yazan adam değilsindir işte. Yalnız bir başına kalmış, tek görevi art arda çarpmak olan bir avuç eti taşırsın öylece. Dersin ki, sussak daha çok anlaşırdık. Zihnimiz de kurduklarımızı birbirimize söylüyorcasına inanırdık. Hayalimiz gördüklerimizi yaşamazdı o zaman. Gönül de bu kadar yara almazdı, dağlamaz, buz kesmezdi. Her ne olursa olsun, anlaşılamamazlık belki de tüm hışmıyla akan bir dereden farksız biçimde kayaları yarıp geçemezdi. Kıvrılır, en dingin en nahif sesiyle tüm doğaya senfonisini sergilerdi. Usul usul akar, yosunlara ve ufak balıklara serin sularını açar, bir kartala da bir kurda da can olurdu. Her şey susarken biz de sussak olurdu tüm bunlar belki. Susmak için geç, konuşmanın şafağı daha doğmaya yakın bile değilken ne yapmalı?
Bulamadım, geceleri tüm bunlara ziyan ettim. Kızıl ışığı, her sabah ince iplikle kovaladım. Ufak bir umut diledim. Kalbimi saran karanlık sarmaşıklar, boğum boğum yalnızlıklar, hepsi için bir umut sadece. Tüm bunları değiştirecek, gönül odalarının yegane anahtarını bir damla da buldum. Anlaşılma girdabını yıldırımlarda harcayıp gökyüzüne gömdüm. Sonra bir umut bir damlaya sığdı. Yeryüzünü pamuk pamuk yapan, tüm kara toprağı o çorak suretinden çekip kurtaran sadece bir bulut yığının gözyaşları sanırdım. Oysa bunu bizler de yapabiliyormuşuz. Her süzülen damlada yumuşayan gönül odalarının saksıları çiçekler açıyor, pencerelerini esen meltemlerle doldurabiliyormuş. Yaşanan ne olursa olsun eğer iki pınardan birkaç damla akıyorsa, ne dağlanan yara kalıyor ne de buz tutan dağlar. Önemli olan, bunu bir adamın kabullenmesinde yatıyormuş. Şimdilerde kırılmış, çatlamış, kurumuş o çorak yürekte bahar rüzgarları esiyor. Toprak tohumlarına kucak açmış. Görülmek, işitilmek, anlaşılmak ise kimin umurunda.