Büyüdük ve bilemedik hatta aklımızın ucuna bile gelmezdi, çocukluğumuzu uğurlarken kardeşliğimize ve bir daha belki hiç yaşayamayacak olacağımız kardeşliğimize de veda ettiğimizi.

Her koşulda birbirimizle olmanın çaresini bulurduk ama birbirimizden bu kadar uzağa gidebileceğimizi hiçbirimiz düşünemezdi. Bu büyüklük nelere kadirmiş, peh! Orada ve gerçekten çook uzaklarda kaldık hepimiz; biz kardeşliğimiz, çamurdan yapılan demliklerimiz, tavalarımız ve içini bahçedeki meyve ve sebzelerle doldurduğumuz tabaklarımız…

Ağaç dallarından kırardık çatallarımızı ve ağacın canı acıdı diye severdik okşardık o dalı. O sırada biri gelse ve kulağımıza fısıldasaydı büyüyünce acımadan kıracağımızı birbirimizin canını vallahi ağız dolusu gülerdik ve köyün içine pınara kadar kovalardık onu!

Gökyüzündeki uçaklara bağırırdık “Hey, bizi de götürün!” derdik. Acep şimdi bağırırsam bizi o zamana çocukluğumuza götürür mü? İş uçaklara kalmamalıydı! Neyse. Bizi duymadan giden uçağa bağırmaktan yorulup toprağa uzanırdık ve bu defa bulutları bir şeylere benzetirdik hatta bulutlara kadar çıkan badalın -merdivenin-inşasını hayal ederdik birbirimize bakıp gülerdik; bozkır gülerdi sanki…

Oyun aralarında yediğimiz, Hacer halamın sihirli ellerinden çıkan poğaçalarının ve kurabiyelerinin tadı çocukluk kokar hâlâ... Balkonda otururken anlatılan fıkralar, uydurma hikâyeler, büyüyünce ne olacağımıza dair konuşmalar... Gel gör ki çoğu şeyi olduk belki ama birlik olamadık… O hoş sohbetimize eşlik eden Emine ebemin sobadaki çöreklerinin kokusu hayallerimizi çeşnilerdi.

Örtme altlarına kurduğumuz salınacaklarda ‘‘en göğe kim çıkacak’‘ yarışmalarımız vardı şimdiki sidik yarışlarımızdan daha kutsal! Şimdi ne mi oldu? Bize, hepimize yazıklar oldu ve harmanın arkasındaki tarlada büyük emek ve eğlenceyle yaptığımız, herkesten gizlediğimiz evimize ve içindeki hayal ürünlerimize ve de bizi büyümeye hazırlayan oyunlarımıza da…