Yol boyunca iki kadın sohbetin dibine vurdular. Kahkahaları zaman zaman gözyaşlarıyla kesiliyordu. Bir süredir yaptıkları gibi en yakınlarından bile gizledikleri kırılgan yerlerini iyileşmek umuduyla birbirlerine gösteriyorlardı. Radyo kanallarında güzel şarkıların peşine düşmüşlerdi. O şarkı senin, bu şarkı benim derken ansızın her ikisine de uyan ve daha önce hiç duymadıkları bir şarkıyla karşılaştılar. Hemen internet’ten arayıp buldular, gezi boyunca her fırsatta dinlediler, dinlettiler.
“Kimselere konuşmadan biter miydi bu dert sence,
Bu böyle olmayacak gözüm, içim birikmişken bahsetmemek “
Dalga dalga manzaralar arasında akan yol ve yolculuk, kahve, sigara, tuvalet molaları ile kesiliyordu. Kimsenin yolun uzunluğundan şikayet ettiği yoktu. Sorumluluklardan uzak, yolda olmak çok iyi geliyordu her ikisine de.
Gidecekleri yere vardıklarında, Ayşe’nin yaz başından beri orada kamp yapmakta olan arkadaşını buldular. Çok güzel karşılandılar. Hep birlikte bavulları bırakmak için kampa yakın yer ayırttıkları pansiyona gittiler.
Bahar tahmininin çok ötesinde bir pansiyonla karşılaştığı için ağzı açık etrafı seyretmeye daldı. Pansiyon bir tepenin eteğinde, yukarıdan açık denize bakan bir terası, badem ağaçlarıyla dolu bahçesi, ahşap görüntüsü, tenhalığıyla tam aradığı gibiydi. Başını gökyüzüne kaldırıp büyük şehrin kirinden pasından uzunca bir süredir görmediği kadar yıldızı bir arada görünce yaşadığı ana şükretti. İlk şaşkınlığı atlattığında tuvalete gitmesi gerektiğini hatırladı. İşi bittiğinde herkes aşağıya inmek için onu bekliyordu. Bavulları öylece bırakıp kampa doğru yürüdüler.
Ayşe’nin arkadaşı Akile akşam için balık almıştı. Bizimkiler de boş değil, olabilecekleri önceden tahmin ederek bir “büyük” getirmişlerdi merkezden. Kampın restoranına gidip denize en yakın masaya yerleştiler. Muhabbet ilk kadehlerin dostluğa kaldırılmasıyla başladı. Çok fazla insan yoktu. Gökyüzü yıldız kaynıyor, samanyolunu görüyorlardı. Hatta samanyolunun içinde yüzüyorlardı. Dalgaların sesi, samanyolu ve tabi şişede durduğu gibi durmayan rakının etkisiyle akşam rüya gibi yaşanıyordu. Bir süre sonra restoranı işleten hafif balık etli ve neşeli kadın dans etmeye başladı. Bunu gören Bahar davet beklemeden başladı dansa. Akile’nin erkek arkadaşı Ali su gibi rakı içen ve ağız dolusu kahkaha atan bu kadınları biraz şaşkınlık biraz da neşe içinde izliyordu. Bilmiyordu ki aynı şarkıdaki gibi “herkesin solunda yarası, önünde rakısı” duruyordu. Yara kanadıkça rakı içiliyordu. İçtikçe ota boka gülüyorlardı. Ertesi günü “bir 100’lük bitti” diyecekti Ali şaşkınlıkla ama bizim iki kafadar anlamaz gözlerle bakacaktı adamcağıza. Ne olmuştu ki?
Bir süre sonra servis yapan temiz yüzlü garson masaya davet edildi. Akile ve erkek arkadaşı uzun süredir orada oldukları için çalışanlarla yakınlaşmışlardı. Çocuk öyle temiz yüzlüydü ki bizimkiler bir sakınca görmediler ve uzatmadan arkadaşlığa başladılar. İsminin Rıza olduğunu öğrenince Bahar hemen telefonundan Yusuf Hayaloğlu’nun “Ulan Rıza” şiirini açtı:
Ulan Rıza... ne hayâllerimiz vardı oysa,
Ne acayip şeyler yapacaktık...
Totoyu bulunca dükkân açacak,
Adını Dostlar Meyhanesi koyacaktık.
Rıza gülümsüyordu dinlerken. Gülümsemesinde bir burukluk vardı ama henüz nedeni anlaşılamamıştı. Sohbet biraz daha derinleşince öğrendiler ki Rıza otel işletmecisiyken batmış ve çok sevdiği güzel karısı batan gemiyi önce terk eden fareler gibi onu terk edip zengin bir adamla yaşamaya başlamıştı. Yüzündeki asılı gülümseme her şeye rağmen temiz kalan kalbini, gülümsemedeki burukluksa çektiği acıyı açığa vuruyordu. Kadınlar Rıza’yı Rıza da onları çok çabuk sevdi. Tabii yolculuk şarkısının ilgili bölümü dinletildi;
“Vazgeç lan oğlum unut artık olanları
Her gün aynı derde içiyorsun da
Burada gülen var mı?"
Masada Akile’nin Ayşe ile Bahar’a karanlıkta kalırlarsa kullanmaları için getirdiği bir aç kapa lamba duruyordu. Bahar Rıza’yı dinledikten sonra lambayı herkesin önünde gezdirmeyi ve önüne lamba gelen herkesin acısını anlatmasını teklif etti. Masadakiler o saate kadar çakırkeyif olmuştu. Teklifi oy birliğiyle kabul ettiler ve hikayeler başladı.
Akile’nin narsist kocasından firar etmesi 7-8 ay öncesine denk geliyordu. Adam görünürde falan filan derneğinin başkanı, yazar ve entelektüeldi. Kadını tavlamak için yapmadığını bırakmamış, evlendikten sonra ise şiddet dahil yapmadığını bırakmamıştı. Akile canını zor kurtarmıştı. Biraz daha sürdürse belki kadın cinayetlerine bir yenisi daha eklenecekti.
Ali’nin karısı onu terk edip sığınma evine gitmiş ve şiddet gördüğünü iddia etmişti. Üç tane çocukları vardı. Aslında şiddet yoktu ve kadın böyle bir yolu tercih etmişti. Akile’nin Ali ile beraberliği kaderin bir şakası gibiydi. Kadın adamdan on yaş büyüktü. Adamın sığınma arzusuna çok hitap ediyordu. Adamsa kadının bir dediğini iki etmiyor ona prensesler gibi davranıyordu. Böylece birbirlerini iyileştiriyorlardı.
Lamba Ayşe’nin önüne gelince son aylarda her hatırladığında olduğu gibi gözleri doldu ve dudakları titreyerek anlatmaya başladı. Kocası 30 sene evliliğin üzerine onu kendisiyle başka türlü hiçbir şekilde kıyaslanmayacak ama daha genç bir kadınla aldatmıştı. Buraya gelmeden bir gün önce boşanmıştı.
Bahar bir an kırık kalpler durağına gelmiş gibi hissetti kendini. Masadaki herkes ya terk etmiş ya terk edilmişti. Kendi durumuna tam olarak uygun bir tanım bulamıyordu ama onun yaşadığı da üç aşağı beş yukarı ayrılık acısıydı. Uzunca bir süredir umudunu yitirmiş, bundan sonra yalnız yaşayacağına inanmış ve kendini yalnızlığıyla barışık olduğuna inandırmıştı. Ansızın aklını çelen adam onun hayattaki son sevgilisi olabilir miydi? Bu düşüncelerle geçen beş ay sonunda bu geminin yürümeyeceğini aradığı sevginin bu son sevgilide de olmadığını anlamış ve ayrılmıştı. Ayrılık mı yoksa yanılmak mı daha zor karar veremiyordu.
Masadakilere sordu ya sizce hangisi daha zordur? Ayrılık mı yanılmak mı?
Rıza “ayrılık” dedi.
Ali “ayrılık” dedi.
Akile “yanılmak” dedi.
Ayşe “ayrılık” dedi.
Bahar herkesin cevabını dinledikten sonra “yanılmak” dedi.
Restoran işletmecisi kadın işlerini toparlamış, kasayı tutturmuş, elinde bir kadeh rakıyla masaya geldi. Konuyu bir süre dinledi ve sigarasından derin bir nefes çektikten sonra sanki ilk defa o an düşünüyormuş gibi ağır ağır ve tereddütlü bir yerden konuşmaya başladı.
"Ayrılığı, yıllara, yollara ayak uyduramayıp “benden bu kadar” deyip yenilgiyi kabul etmekle yaşadığımı hatırlıyorum. Hem alışamama hem alışma acılarını deli gibi hissettiğim, kendimdeki yanılgıyı göremediğim ve kendime acıdığım bir hayat parçacığıydı. Üzerinde düşününce ayrılığı yenilmekle eş gördüğümü fark ettim. Şimdi geriye dönüp düşünüyorum da yenilgiyi kabul etmek bir erdem değil miydi? Olamayacağını bildiğin bir döngünün içinde çabalayıp durmanın kendisi, aslında daha büyük yenilgi değil miydi? Evet öyleydi.
Yenilmek ve yanılmak beraber yürümezler mi hayatta? Hem kelime olarak hem anlam olarak birbirlerine çok benzemezler mi? Harfleri bile neredeyse aynı değil mi? Alt tarafı kalın sesli, ince sesli ayrımı." Son cümlesinden sonra kendi söylediğine güldü ve ekledi:
“Bizler yanıldığımız için yenilmez miyiz?
Yanılmak çok insanidir. Yanıldığın öncelikle hala inanabildiğinin kanıtıdır. Hayata karşı, hayatın içinde umutlu bir duruştur. İnanmadan yaşayabilmek mümkün müdür?
Asıl hayat yanıldığında değil, yanıldığını anladıktan sonra ne yaptıklarında saklıdır. Öyleyse inan, yanıl ve hatta daha iyi yanıl. Sıkılmadın mı aynı gözlerle bakmaktan?"
Rakısından bir yudum daha aldıktan sonra, ”bundan sonrası beni aşar, hadi iyi geceler” deyip masadan ayrıldı.
Derin bir sessizlik oldu. Herkes kendi içine döndü ve muhtemelen hepsi verdikleri cevapları tekrar düşünmeye başladılar.
Ayşe ve Bahar biraz daha sessiz kaldıktan sonra rakı, samanyolu ve en çok işletmeci kadının söylediklerinden iyice kafayı bulmuş şekilde masadakilere iyi geceler dileyip pansiyona yürümek üzere kalktılar.
Bahar yolda onları aynı masa etrafında toplayan hayata güldü içinden. “Masa da masaymış ha, bana mısın demedi bu kadar yüke“ diyen şairin cümlelerini mırıldandı dili dolaşarak.
Ayşe “bir şey mi söyledin” diye sordu, “yok bir şey” diye cevap verdi. “Yanılmak diyorum, yaşadığını hissettiriyor insana. Hiç yanlış yapmadan yaşanmış bir hayat neye benzer?”
Ayşe dalgın yanıtladı.
“Peynirsiz rakı, buzsuz rakı da olabilir”
Kahkahalara boğuldular.